Labels

Defterî (44) Edebî (49) Fotoğraf (13) Grafik (29) Însan (40) Malûmat (7) Mûzik (69) Tasarınâme (9)

21 Kasım 2010

Mürettip'in Parmak İzleri; Linotip

Matbaacılık tarihinin mühim bir kısmı olan harf dizme işi özellikle Avrupa'da XIX. yüzyılın sonlarına kadar mürettipler tarafından elle yapılmaktaydı (Bu meslek ender de olsa hala varlığını sürdürmekle birlikte, Türkiye'de 20. yy'ın ortalarına değin devam etmiştir.) Tabii bu çok vakit isteyen bir işti. Fakat çıkarılan gazete ve haber bültenlerinin sayfaları çoğaldıkça buna imkân kalmamaya başladı. 1842 yılında birkaç cins harf dizme ve harf ayırma makinesi imal edilse de, mürettiplerin maharetli parmakları kadar seri ve hatasız olamamıştı.

Tipografi terimi ilk kez, Gutenberg'in metal harflerini tanımlamakta kullanıldı. Bugün ise bütün baskı yazıları ve noktalama işaretlerinin sanatsal ve tasarıma dayalı özelliklerini ve üretim teknolojilerini konu alan bir uzmanlık alanı olarak kabul edilmektedir. Önceden tasarlanan, kalıbı hazırlanarak dökülen ve genel olarak yazılı iletişimin bütün alanlarında kullanılan harf, sayı, sembol, çizgi ve noktalama işaretleri tipografik karakterler olarak anılırlar.

Tipografi, işlevsel olarak 12. yy'da Çin'den doğarak, Gutenberg'in “Hareketli Hurufat” sistemini geliştirmesinden bugüne değin dört önemli teknolojik aşama geçirmiştir. 1448’den 19. yy.'ın son çeyreğine kadar olan süreçte hareketli hurufat sistemi olgunlaşmış, bunlar çe
şitli baskı yöntemleri ile geliştirilmiştir. Basımcılık açısından taş baskı yönteminin Alois Senefelder tarafından 1796'da bulunuşu çok önemli bir aşama olmasına karşın, tipografi açısından ikinci asıl önemli süreç 1886'da, o güne kadar her harfin elle dizildiği sistemi, otomasyona dönüştüren dizgi makinesinin yani Linotype makinesinin icadı ile başlamıştır.
Öyle ki bu icat, yalnızca tipografi ve matbaacılık açısından değil, mürettiplikten dizgiciliğe uzanan meslek ve alt mesleklerin doğuşudur; Günümüzde kullanılan ve geliştirilen bilgisayar klavyelerinin de başlangıç noktasıdır. Linotip, muhteşem hesaplar içeren mekanik bir şaheserdir.

Ottmar Mergenthaler adında genç bir saatçi kalfası (Alman asıllı, 16 yaşında), yıllardır süregelen bu meşakkatli dizgi problemini tamamen ortadan kaldırdı. Mergenthaler, 1876 da Birleşik Amerika Hükümeti tarafından Washington'da devlet binalarının saatlerine bakmak üzere Amerika'ya çağrıldı. O şehirde işi bitince, Baltimore şehrine geçen genç saatçi burada yeni bir meslek olan matbaacılığa başladı ve saatçilik konusundaki parlak altyapısı ile 1884'te Linotip adını verdiği yeni bir tip dizgi makinesi vücuda getirdi.
Bu mekanik şaheser, bir kişi tarafından idare edilip ortalama 4 çift elin yaptığı işi kısa sürede üretmekteydi. Mürettipler artık makine ile çalışan birer operatör olarak, sandalyesine oturur ve metal harfleri dizerek değil, önündeki tuşlara basarak daktilo ile yazı yazar gibi çalışarak dizgi işini kolaylıkla yapmaktaydı.
Linotipi makinesinde, üzerinde tipografik karakterlerin bulunduğu bir klavye bulunur. Dizgi operatörü klavyeye bastıkça; dikey kanalların içinde bulunan pirinç harf kalıpları (matris), yukarıdan düşerek bir düzlem üzerinde yan yana dizilir. Bu sırada makinenin kazanında eriyen kurşun metali, dizilen satırın üzerine dökülür. Böylelikle her satır, kurşundan dökülmüş parçalar halinde ortaya çıkmaktaydı. Böylece mürettipler hard değil artık satır dizmeye hem de bunu otomatik bir makine ile yapmaya başlamış oldular. Harf kalıpları, her döküm işleminden sonra yeniden kullanılmak üzere bulundukları kanala geri gönderilir.
Linotip makinesi ilk defa 1886 tarihinde "New york Tribüne" gazetesinde kullanılmıştır. Daha sonraları bu dizgi makinesi, aynı prensipte Tolbert Lanston tarafından geliştirilmiş Monotype (monotip) ve ardından Herman Ridder'ın devam ettirdiği Intertype (Entertip) sistemler takip etmiştir.


Üretilen dönel güçlü oto-mekanik makineler artık tek tek hurufatları dizme zorluğunun aşılmasını, klavye kullanılarak sıcak dizginin harf harf ya da satırlar halinde dökülmesini ve bu sistemler sayesinde hurufatın yeniden kullanılabilmesini sağlamıştır.
Bir mürettip, saatte ortalama 1.200-1.500 harf dizer. Linotip veya benzer prensipli bir makine dizgi operatörü ise (İng: TTS; Tele Type Setter) saatte 6.000 dizgi yapabilir. Bu süratin arttırılması için TTS (Tele Type Setter) makineleri zamanla saatte 15 - 18 bin harfe kadar ulaştırılmıştır.

05 Temmuz 2010

ES ~

Genişçe uzanarak ses tellerimden dünyaya bebek ağlayışları sanılan şarkıyı söyleten. Kendisinin nasıl bir şey olduğunu ilk önce annemde tasvirleyen ve ılık bir deniz esintisi eşliğinde gökyüzünde gezinen gözlerimi indirip bakışıma yerleştiren. Kolumu kullanarak sevdiğimin saçlarının arkasından dolandırıp, burnuma yaklaşıp boynunun kokusunu algıma nakşeden ve eğilip retinamın ardından bir sümbül gibi titreyen gözleri izleten. Aklımın öğrendiği kelimeleri kullandırtıp, aklın bir yerlerde asla öğrenemeyeceği hisleri doğuran; şiir yazdıran, yazamayan biriysem yaşatan, armoniler yaydıran, bir enstrüman çalmayan veya müzisyen olmayana da içinden dışına besteler fışkırtan. Kayalara çarpan dalgaların milyarlarca köpüğe ayrılışındaki hissiyatı fizik kanunlarının ötesine çıkaran. Algı kapılarını ardına kadar açan, açılan kapılardan yeni kapılara açılan, aklıma eğilerek kendisini istekle anlamaya çalışan ilgimi cezbeden. Akıl ve bedenime temas ederek sevdiklerimle uyumumu sağlayan, küçük bir çocuğa, açan bir çiçeğe, sıcak bir selama ellerim vasıtasıyla dokunan, seven, hissettiren. Evrenin belirsiz bir yerindeki bu dünyada ve evrenin kendisinde, yaşamın aslında nasıl hüzün verici olduğunu ince ince anlatarak kirpiklerimden sular tırmandıran. İlk önce dingin hüznü öğreten, evreni insan gözlerinin ardından izleyen, o gözleri de uzaktan uzaktan süzen, o gözler ölse de yaşayacağı düşünülen ve düşündüğüm çok yakın ve öte varlık olan ; ruh, müziğin gıdasıdır.

24 Haziran 2010

Denizciye Göz Kırpan Sevdalar

2002 yılında fotoğraf ile yeniden ilgilenmeye başladığımda ben de fotoğrafa yeni başlayan herkes gibi her konuyu fotoğraflıyordum. Bir süre sonra belli bir konu üzerinde çalışma ihtiyacı duydum ve deniz fenerlerini kendime çalışma konusu olarak seçtim. Bu konuyu seçimimde Şile fenerinin de katkısı bulunmaktadır. Yaz aylarında hafta sonlarını Şile'de geçirdiğim dönemlerde zaman zaman geceleri fenerin ışığını seyretmeye giderdim. Bu seyir süreci zaman zaman beni geçmiş anılara götürür zaman zaman da gelecek ile ilgili hayallere sevk ederdi. Fenerler benim için yalnızlığın, hüznün, umudun ifadeleriydi.
Bu vesileyle deniz fenerlerini fotoğraflamaya başladığımda bu yapıların tarihçelerini de araştırmaya başladım. Çalışmalar ilerledikçe konunun gizemi beni içine doğru çekti. Başlangıçta bir fotoğraf albümü olarak düşündüğüm bu çalışma zaman içerisinde konsept değiştirdi ve topyekün bir deniz feneri kitabı halini aldı. Çalışmalarım sırasında yok olmaya yüz tutmuş enteresan bir mesleği de tanıdım. Fener bekçiliği veya fener bakıcılığı genellikle babadan oğula geçen bir aile mesleği. Fenerlere yaptığım seyahatler sırasında 3. kuşaktan, 4. kuşaktan fenerciler ile tanıştım. Fakat teknolojik gelişmeler geleneksel olan birçok şeyi tehdit ettiği gibi fenercilik mesleğini de tehdit etmeye başlamış. Artık günümüzde birçok fener uydudan elektronik sistemlerle kontrol edilmekte ve bir arıza durumunda teknik elemanlar devreye girmektedir. Klasik anlamda fenerciliğin varlığı ise giderek azalmaktadır.
Bu çalışmanın amacı, kültür miraslarımızdan olan tarihi nitelikteki deniz fenerlerinin ve fenercilik mesleğinin gelecek kuşaklara aktarılmasına ve tarihe tanıklık yapılmasına küçük bir katkı sağlamaktadır. Bu çalışma oldukça uzun sürdü. Fotoğraf çekimleri 2003 yılında başladım. Çalışmalarımı yoğun profosyonel iş hayatımın içerisinde ancak yıllık izinlerimde ve zaman zaman da yakın mesafelere olan seyahatlerde de hafta sonu tatillerini kullanarak yaptım. Umarım okuyucuların beğenisini sağlayacak bir çalışma ortaya çıkmıştır.
(Önsöz'den)

20 Mayıs 2010

Şehrin Patikalarına

Oluk oluk insan akan yollar görünür, dünyanın yalnızlıklarının çatı oluklarında. O insanların aralarındaki boşluklar, beyin kıvrımlarındaki lekeler gibi bir söner bir parlar; sızarak içine, yavaş yavaş seyirte sürtüne hedefine varmaya çalışan ayaklarının üzerinde devinen gidiş gelişli aklının hülyalarında akarsın. Ebru mürekkebi gibi başka akışlara dağıla yayıla, başka akışların başka ayaklarına, başka ayak seslerinin göğe açılı göz çarpmalarına bulaşa bulaşa. kalabalıkların kıvrımlarında, bir an önce oradan, onlardan kurtulma ihtirasıyla tökezleyen bedenlerin savruk endişelerine çarpa vura, hedefsizce dolanan, sorgusuz ve gidişinin içeriksizliğini aklının derin koridorlarına bırakmış ve aslında orada o kalabalıkta değil, içine çektiği nefesle birlikte göğsünün içindeki falezlere vura çarpa ilerleyenler de vardır. Susturan iç denizlerinin alçak basınçlı nemini, silik beyaz gölgemsi köpükler halinde kollarının ardından saça savura giden mazinin çobanları da vardır. Bir yönsüzlüğe doğru ilerleyen ve gözlerinde irileşen dehliz geçitlerinin karanlıklarını gizlemeye çalışan üzgün insanların, bir deniz kıyısı, bir orman, ıssız bir tepeye muhtaç gölgelerinin isteksizliklerinin bu kalabalıktaki çığlıklarına da, içine düştüğü açmazlardan nasıl kurtulacağını bilemeden, soramadan, konuşamadan ilerleyen yayan yalnızları ile pür kahkaha esrik eğleşiklerin sesleri karışır durur, durmaz da akar bir de.., sonra;
Sonra, insan akan yollarda ve yolların şehirlerde cebren, kırsallarda tercihen dallandığı ara yollara akan insanlar görünür, bu görünüm, insanların en eski duruşudur belki, kıyafet ve süslerinden gayrı. Öyle ki her biri kendi yalnızlığını taşıyarak gelip geçmekte veya durup durmakta, koşup sürünmektedir. İçinde rengarenk dalgalanmalar ve homurtular biriktiren şehirlerde akan insan sellerinin gölge aralarına, tepelerin çok uzağında bir ormanın eteklerinde tek başına adımlar atan bir yolcunun aklının dolambaçlı yollarının silik sönük parıldayan ışıkları vurur. Şehirlerin gösteriş köşelerinde yapay yalnızlıklar, süslü beklentileriyle eriyip giderken, ara yollara, ince patikalara, içedönük solgun yüzlerden akan yapayalnızlıklar tırmanır ve genişler...

03 Mayıs 2010

Deniz Feneri 'nde Son Çalıkuşu Hatırası


Günümüzde, deniz fenerlerindeki otomasyonun yaygınlaşması ve uydu haberleşme sistemlerindeki gelişmeler deniz fenerlerine duyulan gereksinimi giderek azaltmaktadır. Deniz fenerleri birçok ülkede uzaktan idare edilmekte ve fenerlerde bekçi bulunmamaktadır. Dolayısı ile tuz, deniz kuşu ve yalnızlık kokan deniz feneri bekçiliği mesleği de ortadan kalkmaktadır. Eskiden bekçilerin oturduğu konutlar bir çok deniz fenerinde, otel, lokanta, alışveriş mağazası vs. gibi turistik amaçlarla kullanılmaya çoktan başlandı. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte deniz fenerleri artık, turistik gezi ya da konaklama noktaları olarak kullanılmakta, tıpkı içinde yaşamlar biriktirmiş tarihi kalıntıların, kalabalıkların eğlence sesleri arasında, fotoğraf makineleri ve meraklı gözlerin gezilerine terk edilmesi gibi bir duruma düşmektedir.


Bütün bunlara rağmen, sanıyorum ki dünyada ulaşımı oldukça zor olan bölgelerdeki bazı deniz fenerleri bu ticari-turistik amaçlarla kullanılamayacağından, özgün duruşlarını koruyarak, geçmişinin manzarasını taşıyacaklardır.
İşte ortalama olarak bunlardan biri de Stephen Adası Deniz Feneri ; Yeni Zelanda 'nın güney adasının kuzey ucundaki iki ada arası olan Cook Boğazı 'nı, kuzeydeki Tasman Denizi 'ni ve Güney Pasifik Okyanusu 'nu gözleyen uçurum kıyılı Stephen Adası 'nda aynı adı taşıyan bir deniz feneri bulunuyor. Bir çok "ada feneri" örnekleri gibi, okyanusların ve gelip geçecek deniz yolcularının yalnızlığına halen ışık tutmakta. Deniz seviyesinden yaklaşık 180 metre yükseklikteki noktada bulunuyor (Yeni Zelanda fenerler seviyesinin en yüksek noktası) , ilk ışığını 1894 yılında vermiş olan dökme demirden yapılmış, 15 metre yüksekliğinde bir deniz feneri. 1938 yılına kadar petrol yağı ile ışıklandırılmış, sonrasında elektrik sistemiyle çalışması sürdürülmüş, 1989 yılında otomatik, güneş enerjili sisteme geçirilmiş ve artık daimi bir bekçisi bulunmamakta. Bakanlığa bağlı olarak, Wellingdon ofisinden kontrol edilmektedir.
Ulaşımı zor, dik yamaçlı ve yılın bir çok döneminde çalkantılı suları olan ada, halk ziyaretine kapalı bulunmakta. Doğası ve barındırdığı endemik canlı türlerini koruma amaçlı olarak, adaya gidiş izni oldukça sınırlıdır. Fenerin ilk orijinal bekçi evleri de bu koruma altında olduğu gibi korunmakla birlikte, bakanlık yetkilileri tarafından kullanılmaktadır.
Ada kendine has bir çok kuş türünü barındırmaktadır. Bunlardan biri de, Stephen Adası Çalıkuşu, ne yazık ki, 20 . yy 'ın hiçbir araştırmacısı bu çalıkuşunu canlı olarak görememiştir. Uçamadığı bilinen bu çalıkuşu, adanın yabani hayvanlarına yem olmak ve bir ihtimal avcıların da avlaması sonucu daha fener in yapıldığı ilk yıllarda dahi soyu tükenme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Tükenmekte olan bu türü araştırmak için yola çıkan araştırmacılar oldukça ironik bir hayal kırıklığı yaşamışlardır ; Türünün son örneği olan, neredeyse soyunu da devam ettiremeyecek durumda sayıca azalmış türün, son çalıkuşlarını, deniz feneri bekçisinin kedisi yemiştir. (1895) Geriye kuşun fiziksel yapısını bize hatırlatacak kemik ve tüyleri kalmıştır.


30 Mart 2010

Bjorn Lynne


31 Aralık 1966 Norveç doğumlu, ses mühendisi ve müzisyen. 1991 yılında aktif olarak müzikal üretime geçmiştir. Ses mühendisliğinin bir yansıması olarak mesleki anlamda demoscene alanlarda adını duyurmuş ve o çevrede daha çok bilinmiştir. ; "Dr Awesome", "Dr Awesome/Crusaders" ve "Divinorum" adları altında çeşitli çalışmalar yapmış, 1980 - 90 larda bazı amiga oyunlarının müziklerini yapmıştır. Birçokları, kendisini adını bilmeden dinlemiş ya da duymuştur. 1995 yılı civarında, bilgisayar oyun müzikleri konusunda çalışmalara daha da yoğunlaşmış ve İngiltere 'ye geçerek, bir oyun şirketi olan Team17 için çalışmaya başlamış. Bu dönemde kişisel albümler de çıkarmaya başlayan Lynne 'in, tam olarak belli bir tarzı bulunmamakla birlikte, progressive, senfonik ve new age çevresinde gezinen müzikal bir yapısı vardır. 50 ye yakın PC oyununun müziklerini ve kişisel 20 albümü ve çeşitli demoları bulunmaktadır. 2005 'de Norveç ' e evine geri dönen Lynne, bir plazma tv dükkanı işletmektedir. O günden bu yana, halen kişisel çalışmalarına ve hayatına mütevazi bir şekilde devam etmektedir. Her albümü, detaylı çalışmalar içeren oldukça başarılı eserlerdir.
Sağ sütunda Serdivence Radyo bölümünde kendisiyle ilk tanıştığım parçası bulunmakta...

14 Mart 2010

24 Şubat 2010

Benjamin 'in Çalgısı "Cam Armonika"


Yıldırımsavar (Paratoner), Franklin sobası, Bifokal gözlük, esnek idrar kateteri 'nin mucidi Benjamin Franklin 'in (1706 - 1790) (yalnızca iki yıl okul okumuştur) muhteşem buluşlarından biri de glass harmonica (cam armonika).
Benjamin Franklin, 1757 'de Amerika 'dan İngiltere / Londra 'ya görevli olarak gönderildiğinde, hayatının hemen her zamanını meşgul ve dolu geçiren kendisi bu dönemi de, Londra 'nın tüm kültürel olanaklarından yararlanarak geçirmeye kararlıydı. Konserlere gidiyor, sergileri dolaşıyor, geri kalan zamanını kütüphanelerde geçiriyordu. Bir gece arkadaşlarının davetiyle, o dönemin amatör bir müzisyeni olan Richard Puckridge 'in konserine gitti. O dönemlerde Avrupa 'da popüler olan, içlerine farklı miktarlarda su koyularak farklı sesler ve notaların elde edildiği, kristal şarap bardaklarıyla yapılan bir müzik göterisiydi bu. Bu bardak setine "müzikli bardaklar" ve/veya "şarkı söyleyen bardaklar" denildiğini öğrendi.
Bu amatör gösterilerden, duyduğu bu sihirli seslerden keyif almaktan öte, çok etkilenen Benjamin Franklin, kısa bir süre içinde bu konuya da bilimsel düşünceler üretip, bu bardak setini bütünleşik bir enstrümana nasıl dönüştürülebileceğini tasarlamaya koyuldu.
Projesinin ilk adımı olarak bir cam ustası ile birlikte çalışma kararı aldı. Yarım küre biçiminde ve her biri biribirinden farklı büyüklük ve kalınlıklarda bir çok cam kaplar hazırlattı. Bu aşama, tahmin edilir ki, bir çok denemeler, uzun çalışmalar, sil baştan durumları kapsayan, hesaplamaların ve denemelerin arka arkaya devam ettiği birkaç yıla tekabül ederek devam etti.
Son aşamalara gelindiğinde, denemeler, hesaplar, imalatlar ve dinlemeler sonucu, 37 tane yarım küre biçiminde biribirinden hesaplı farklı büyüklük ve kalınlıklarda yaptıkları sodyum veya kurşun karışımlı cam kapların ortasına bir delik açarak, demir bir çubuğun üzerine büyükten küçüğe doğru, dikey bir biçimde yanyana monte ettiler. Bir camın konik kenarı diğerinin üzerini örtüyor ama dokunmuyordu. Birbirlerine değmemeleri için de camlar arasına mantar tıpalar koyularak, gövde demiri üzerinde sağlamlaştırıldı. Hangi yarımküreden hangi nota elde edildiğinin anlaşılabilmesi için, farklı renklerde boya (veya kurşunlu boya ?) ile şeritler çekerek bir çeşit kodlama yapıldı. Ahşap bir tezgaha monte edilmiş sistemde, cam kürelerin dizli durduğu demir çubuk, ayak pedalı ile çevrilen (eski dikiş makineleri mantığı) bir tekere bağlandı. Pedala basınca dönen büyük tekerin, etkisiyle demir çubuk ve üzerindeki cam küreleri hızla çeviriyordu. İyi bir devinimde dönen camların kenarlarına ıslak parmak dokunuşlarıyla istenilen dizilimde ve çok derin tınılar, notalar çıkıyordu. 1761 yılında enstrüman tamamlanmıştı. Bu enstrümana kendisi, glass harmonica (cam armonika) adını vermiştir. Nedeni ise armoni ya da harmoni, sözlük anlamı olarak, çeşitli sesler arasındaki kulağa hoş gelen uyum demekti.
Cam armonika 18 inci yüzyılın çok popüler bir enstrümanı oldu. Benjamin Franklin, bu yeni buluşu enstrümanı yolculuklarında yanında taşıyor, gittiği yerlerde dostlarına ufak konserler veriyor, enstrümanı tanıtıyordu. Sonraki yıllarda, kurşun bazlı cam yerine saf kristal camlar kullanarak, çok daha derin, temiz sesler elde ederek enstrümanı geliştirmiştir.
Amerikan Devrimi sırasında Fransa'yı ziyaret eden, Benjamin Franklin, 'cam armonika'yı ünlü besteciler Ludwig van Beethoven ve Wolfgang Amadeus Mozart'a tanıtmıştı. Her iki besteci de sonraki dönemde cam armonika için besteler yaptılar.


Cam armonika, farklı ortamlarda çeşitli amaçlarla akıl hastalığı tedavisi, hipnoz, psişik toplantılar gibi alanlarda kullanılmıştır. Öte yandan, son dönemlerde çeşitli yayınlar ve internet forumlarında, bu enstrüman hakkında, dinleyen bazı kişileri kötü etkilediği, depresyon, hatta delirme durumlarına yol açtığı gibi çeşitli yorumlar, söylentiler dolaşmaktadır. Ancak, sanıyorum ki bu durum şehir efsanesi gibi bir oluşum halini almıştır ; Kişiler üzerinde olumsuz etki yaptığından dolayı yasaklandığı bir dönem olmuş olabilir ama bu olumsuz etki "delirme" değil de, o dönemlerde enstrümanın popülerleştiğini düşünürsek, alkol ve bazı uyuşturucu maddelerin henüz yasak olmadığı bu dönemlerin, "tavern", meyhane gibi yerlerde verilen konser veya dinletilerde, seslerini dinleyen kişilerin "aşırı esrikleşmesi" sonucu ortaya çıkmış bir yasaklama da olabilir.
Günümüzde, yine bu yorum ve söylenceler içinde kişilerin, bu enstrümanın seslerini bir yerlerden (mesela aşağıda verilen adresler gibi) edinip dinlendiği ama bir etkisi olmadığı yorumları vardır ki ; canlı dinlemek ile, çeşitli cihazlar yolu ile dinlemek (cihazların kalitesi teknoloji desteği ile ne olursa olsun) arasında, çok büyük desibel, doğal farklılıklar olacağı göz önüne alındığında, beyhude görüşler olduğu kaçınılmazdır.
***Tchaikovsky 'nin Fındıkkıran 'ından "dance of the sugar plum fairy" suiti bile bu enstrümanla daha da gizemlidir.

04 Ocak 2010

The January Man


Oh the January man he walks abroad in woollen coat and boots of leather The February man still wipes the snow from off his hair and blows his hand The man of March he sees the Spring and wonders what the year will bring And hopes for better weather Through April rain the man goes down to watch the birds come in to share the summer The man of May stands very still watching the children dance away the day In June the man inside the man is young and wants to lend a hand And grins at each new comer And in July the man in cotton shirts he sits and thinks on being idle The August man in thousands take the road and watch the sea and find the sun September man is standing near to saddle up and lead the year And Autumn is his bridle The man of new October takes the reins and early frost is on his shoulder The poor November man sees fire and wind and mist and rain and winter air December man looks through the snow to let eleven brothers know They're all a little older And the January man comes round again in woollen coat and boots of leather To take another turn and walk along the icy road he knows so well The January man is here for starting each and every year Along the way for ever.
lyrics by Dave Goulder / song : Bert Jansch