Labels

Defterî (44) Edebî (49) Fotoğraf (13) Grafik (29) Însan (40) Malûmat (7) Mûzik (71) Tasarınâme (9)
Defterî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Defterî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2021

Taç yapraklar uçuşurken...

 
Altı telli direkler boyunca uzaklaşmayı adımlıyoruz sonunda. Adımladıkça solosu yazılacak dışbükey bir şarkının aklımızı bulandıran kederiyle güneşi denizlere, ateşi sulara...

30 Aralık 2020

"Duygular Arası Geleneksel Sessizlik Haftası"

Herkes yerini aldı. Kalakalışların sessizliklerine öncelik verdim. Onları bu yerleşme sürecinde ayakta bekletemezdim. Sunabildiğim en konforlu en içbükey durağanlık koltuklarındalar artık. Vedalaşamadan kaybolmaların ardında kalan düşüncelerin sessizlikleri ile vedalaşmanın ardından baş veren, taşları çatlatırcasına büyüyen o buruşuk çiçeğin sessizliği de buradalar. Diğerinin gidişinin ardından bakakalış sessizliği de hemen yanında yerini aldı; öyle nazikti ki yerleşmesi. Akıp giden zamanın içinde kendisini de nereye götürdüğünü hüzünle hisseden düşüncelerin derin sessizlikleriyle, yanında sevdiği ve sıcaklığında buluşan bakışların ardında yeşeren bahçelerin dingin sessizleri de yine yan yana teşrif ettiler ki onlar en erken gelenlerdi, sağ olsunlar. 

Peter Green - Apostle
Japhlet Bire Atlas - Comptine D'un Autre Ete: L'apres Midi
Mark Lanegan - One Way Street
Trevor Green - The Must Be the Place
Husky Rescue - New Light Tomorrow
Hedonutopia - Çöl
Rival Sons - Destination On Course
To Leave - Shamrain
Geoffrey Oryema - The River
Sathya & Liliana - Gayatri Mantra
Hope Sandoval - Liquid Lady
Israel Nash - Rain Plans

23 Aralık 2020

Dipnota derin notlar

Kazılarıma ara vermişsem bu, tünel ağzını kapatıp gittiğim anlamına gelmez, başka anlamlara gelir. Tünel duvarlarındaki çiçeklerin suyuna bakmaya geldim, gözyaşından rutubetli yapraklarda hala nem var. Derin öteleme bahçelerine ulaştığımda, temizleyerek kenara bıraktığım birkaç alet ve kısa notlar da yerinde duruyor. Çok uzun bir zaman geçmedi diye düşünen zihnin içinden devranlar büyüyerek geçiyor. Topladığım soloları tasnif etmeye daha çok vakit ayırdığımın farkındayım. Farkında olmadığım esleri de düzenliyorum; soloya dahil olduklarını, daha bu yol olgunlaşmadan önce öğrenmiştim. Işıksız sokağın dönemecinde rastladığım geniş hikayenin peşini bırakmadığım buradan anlaşılabilir. Çünkü hikayenin uç verdiği her şeye yollar, yolların buluştuğu koltuklar, küçük köşe başları, büyük seyir terasları, sahil izleri, sakin patikalar düğümlüyorum ve topladığım soloların en nazik olanlarıyla hikayelere alt yazılar ekliyorum. 


29 Ağustos 2020

Araf Atı

 Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #132. sayısında yayımlanmıştır.

“Araf’ta olduğumu kendimden daha fazla gizleyememekten endişeliyim. Çok uzun zamandır büyük bir ustalıkla başarıyordum bunu.”
Onun bu sözlerini duyduğumda masadaki ses kayıt cihazının çalışıp çalışmadığına bir kez daha bakmıştım.

Bundan yıllar önce, henüz yirmi beş yaşıma yaklaştığım dönemde bir akrabamın özel psikiyatri kliniğinde ofis işlerine yardım amaçlı çalışmaya başlamıştım. Daha doğrusu babamın kuzeni olan Dr. Özgün Gören Hanım, yardımcısı işten ayrıldığından dolayı geçici bir süre ofisle ilgilenmem için bizden bunu rica etmişti. Çünkü Özgün Hanım, aynı zamanda hastanede çalışmaktaydı ve haftanın bazı günleri, randevu saatlerini kaçırmamak üzere özel kliniğine uğrayabiliyordu. Aslında geçen kış klinikte çalışmaya başlayan bir stajyeri de vardı: Cihan. Fakat o da idealist bir öğrenci olarak, stajını daha yararlı bir şekilde tamamlayabilmek için, hocanın da isteği üzerine, kendisinin yanından ayrılmıyordu. Ben, önceki sene mezun olduğumdan beri babamın yayınevinde grafik tasarımcılığı ve dizgi işlerini yapmaktaydım. 2002 yılının bahar zamanıydı. Yayınevindeki işlerimi başka bir yerde de sürdürebilme imkânımdan dolayı, doktor hanımı kırmak istememiş, ricasını kabul etmiştik. Yıllar yılı alışık olduğum yayınevi ofisinin günlük hareketliliği ve ortamından daha farklı bir ortama geçeceğim için bu teklif benim de ilgimi çekmişti. Şehrin hengâmesinin orta yerinden, Cağaloğlu’ndaki şirket hayatından bir anda, tepelerde, ormanlarla çevrili bir bölge olan Yakacık’taki kliniğin sakin ofisine geçmek, benim için de meslekî bir tatil olacaktı. Kliniği daha önce birkaç kez görmüştüm ve o bölgeye her gidişimizde birçok kentli gibi, hemen bir dinginlik havası çevremi sarardı. Bizim ev de şehrin karmaşasının içinde olduğundan, oralara gittiğimde o sınırlı zamanlarda derin derin nefes alıp havasını içimde biriktirmek isterdim.

Çalışma hayatında düzeni ve istikrarı seven birisi olduğum için, sabahları erken ve aynı saatte kliniği açıp, basit temizlik işleri, kahve hazırlama ve kahvaltı gibi rutin işlerimi yaptıktan sonra, günlerimi bilgisayarımın başında kendi işlerimle meşgul olarak ve gün içinde gelen birkaç telefona bakıp, gerekli notları alarak geçiriyordum. Zaman zaman hocanın kütüphanesindeki kalınca kitaplara göz gezdiriyor, balkondan manzaranın tadını çıkarıyor ve ikindiden sonra da ofisi kapatıp oradan ayrılıyordum. Doktorun özel hastası da fazla sayılmazdı. Kendisi de bu sayının artmasını istemiyordu; başvuru için arayan ya da uğrayan yeni ziyaretçilere, yoğunluk nedeni ile randevu kabul edilemediğini açıklamamı tembihlemişti. Listesinde yaklaşık yirmi hastası vardı ve en geç başvuranı iki sene öncesi tarihliydi. Bu hastaların bazıları; haftada bir gün tek seans olmak üzere kliniğe gelirken, bazıları on beş gün, bazıları ise ayda bir şeklinde rutin randevu kayıtları tutulmuştu. Zaman zaman bu randevularda, hastaların özel işleri ya da doktorun günlük iş seyrinin değişmesi nedeniyle gün ya da saat kaydırma gibi küçük değişiklikler yapılıyordu. Açıkçası benim de ofis içerisinde psikiyatri adına yaptığımı hissettiğim en ciddi işler de bu notları alıp, çizelgenin düzenini ve yapılan değişiklikleri Özgün Abla’mla paylaşmak oluyordu.

Tepedeki orman içindeki bu güzel manzaralı klinikte sekiz ay geçirdim. Size bu süreçte orada yaşadıklarımdan, karşılaştığım insanlardan ya da onların olaylarından bahsetmeyeceğim. Şehre, denize ve ufkundaki adalara kuş yüksekliğinden bakan kliniğin balkonunda, günlük tadında olmasa da kısa şiirlermiş gibi aldığım bazı notları zaten bloğumda yayınlamıştım. Benim burada sunmak istediğim başka bir şey var: Okumaya devam etmek istersen burada anlatayım...

09 Ocak 2020

Som Bahar İçin Adım Bohçaları



Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #126. Ocak sayısında yayımlanmıştır.

Geri dönerken ikimiz de gölgemizin isteksizliğine şahidiz. Sayısız kum saatinin nadide görkemlerle akıttığı zamanın şefkatli kumsalındayız ve her adımımızda yeni gezegenler görür gibiyiz. Geri döndüğümüz yön de kötü değil; gölgemizin isteksizliğini ikna etmeye çalışarak iki yandan koluna giriyoruz. Çok da üzgün sayılmaz ama bizimle olmasa bile burasıyla vedalaşmanın burukluğu ile hafif hafif dalgalanarak yürüyor. Biz de onun adımlarına uyum sağlamaya çalışıyoruz. Nezaketimiz adımlarımıza yansıyor, zamanın değirmeniyle oluşmuş kumsalda ayak izlerimiz de kendimiz kadar hafif, üzerine gelen yumuşak dalgalarla uçuşan virgül gölgeli kelebekler halinde arkamızdan başka yolculuklara çıkıyor. Neredeyse her bir adımda durup, gerideki kelebeklerin her birinin uçup ulaştığı yerlere ayrı ayrı ziyarete gitmeye zaman ayırmak istiyoruz. Kelebek ziyareti kısa olur. Üçümüz de biliyoruz ki şimdilik hâlâ yeşil yapraklar. Fakat dingin, sarı bir evrenin bigbang çekirdeğinin içinden geliyor tıkırtılar.

Güneş, serinliğin belleğine doğru eğilirken, yakında tohumlar evlerine, sıcak odalarına çekilecekler. Onların loş evlerinin pencerelerinden eski filizlerini izlemelerine eşlik etmeyi umduğumuzu dile getiriyoruz konuşmadan. Gölgemiz biraz teselli oluyor bundan. Güneş eğildikçe, onun boynu gün doğusuna doğru uzanıyor, biz kuzeye ilerliyoruz. Yürünecek en güzel kıyılar, dünyanın güneşi denizlere battığı yerlerde değil midir? Ateşi sulara…

Bakışlarımıza henüz yansımamış milyonlarca düşünce gözlerimizin ardında sıraya girdiğinden, tüm zamanlarımızı sarmalar gibi tutuyorum elinden. Bir şarkının içinden geçer gibiyiz, adımlarımızdan notalar aksederken. Gideceğimiz yer de çok uzak sayılmaz giderek uzaklaştığımız bu sahilden. Orada da içinde nefes alış verişlerimizden doğan evrenlerin genişlediği küçük bir evimiz var. Orada da bizden kalma izlerin minderlere yaslandığı hatıralarımız var. Bir daire; sobalı değil, kaloriferli ama olsun. Klasik manzara tablolarındaki bacası dumanlı düş evleri gibi görünmez ama yine de şiirlere layıktır. Kafiyelidir duvarları, koltukları dingin, kapısı kavuşmalara aşinadır. İçe dönük cumbasında İzzet bakışlı kedimiz uyumaktadır. Penceresinden bu gökyüzünü izlediğimiz, uzaklara dalan bakışlarımıza bizimle eşlik eden bir daire, bizimle birlikte yaşayan, bizimle coşan, bizimle durağan, hüznü derinden, neşesi kendinden, devranımızla uçan bir daire! Üflesen durmaz…

Şimdi, özgül ağırlığını yitirdiğinden, çevremizde sadece sezgiler halinde salınan kelimelerimizi okuya okuya yürüyoruz. Gelen rüzgârlara yaprak dökmeye namzet bir ağaç gölgesine büyüyor gölgemiz, yaklaşan hikâyelere ışık tutan bol rüzgar güllü bir deniz feneri gibiyiz. Helezon merdivenlerinde birikirken resimlerimiz, bu dünyanın bu kıyısına veda edecek değiliz, etmiyoruz da… O yüzden üzülme! Şimdi gidiyor olsak da, daha sonra uçan dairemizin penceresinden bakarken okumaya bıraktığımız bu liriğin işte tam da şu an içindeyiz. Böylece ayak izlerimizle tüm mısralarının altını çizeceğiz.

19 Aralık 2019

"Kısa bir not"a dipnot niteliği

Çok uzun bir zaman geçmedi ama yine de "nicedir" diyebilirim. Bu kelimeyi kullanmak, kendi kendime kazdığım maden serini tünellerin bana bakan loş duvarlarını çiçeklendiriyor. Derin ötelenme bahçelerine varmak kolay değil. Çitlerini görene kadar durmaksızın kazdırır. Tahta çitlerinde rüzgarların uğultular taşıdığı posta kutuları sallanır. Artık bahçe kapıları görünene kadar kazmayla, onu taşımaktan başka işim olmuyor. Neyse! Kazmak iyidir; zihni arkeolojik kıtlıktan korur. Her zaman soyu tükenmiş izlere ya da dizi dizi sıralanmış anforalara ulaştırmasa da reddetmiş kalabalıkların kovuşturmasından uzakta, tünellerinde sere serpe kalakalmaya değer. Nicedir daha çok uğruyorum bu küçük devranlara. Nitelikli dolanmak! Hatta birinin kapısına, kendime postalar gibi kısa bir not bile düşmüşüm. Hayret küflenmemiş! "Nicedir şunu da dinlememişim." diye...

09 Kasım 2019

Kestanemtrak

Derinliğe meylederek diyorum ki; bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #124. Kasım sayısında yayımlanmıştır.
-
Bu öykü aşağıdaki eserler eşliğinde yaşanmıştır.
Aphrodite’s Child – End of the World
Kitaro – Aurora
Wishbone Ash – Leaf and StreamP
ink FLoyd – Marooned
Benimle dünyanın sonuna gelmelisin.
Bütün gün sessiz kumların üzerinde uzanabiliriz.
Boris Bergman

Her şey kestanemtrak bir şekilde bitti. Çok, çok sessiz… Ve görünen, denizin ufkunda büyüyen serin sis. Büyük gürültülerden en ürkmüş fısıltılara kadar tüm kıpırtılar öylece kaldı. Kendi öyküsünün sonundaki bu dünyada son yapraklarına veda eden ağacın zayıflayan gölgesindeydik. Olay ufkunun kıyısına yaklaşırken bakıyorduk, yıldızların sönüşüne dalıp gitmiştik. Zamanın akışının kendi içine doğru yönelmeye başladığını hissettiğimizde neredeyse bütün bunları göremeyeceğimizi düşünürken, düşüncelerimizin bile donacağından korkmuştuk. Neredeyse göremeyecektim. Neredeyse hiç göremeyecektim; ağır ağır indi sarartı, okyanus ağır ağır duruldu. Varoluşun tüm seslerinin yankıları gökyüzü boyunca tuhaf izler bırakırken, milyonlarca yıldır gelip geçen göçmen kuşların kanat izlerine karışarak ufka doğru akıyordu. Bulut yorgunu damlalar havada asılı kaldı. Dallarıyla, gökyüzüne kök salıyormuş gibi duran ağaçlardan, kızıla çalan çürümüş yapraklar dökülüyordu. Yaprakların çoğu toprağa serilmişken, bir kısmı zamanın durağanlığına esir düşerek, gözle görülemeyecek bir süzülüşle havadan yerlere iniyordu. Toprak karışımı gök nasıl olur biliyor musun?

04 Ekim 2019

Tahta Kuklalar İçin Ağlama Yastığı

Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #123. sayısında yayımlanmıştır.
-
"Kıyılardaki ağaçların dizleri; geleceğin mezarı."
Adnan Metin

İnsana, gördüğünde hayatı hatırlatan ağacın, yine insan tarafından tabutlar, mezarların içine çakılan tahtalar, çuvallardan fırlayan mızraklar, ölü yakıcılığı için kullanılan odunlar, hatta yakılan ölülerin nehirlere bırakıldığı sallar ve hatta hatta bir darağacı haline getirilerek ölümlere alet edilmiş olması da bu dünyanın hazin öykülerindendir. Bu öykülerin uç verdiği ve verdiği yerlerde kök saldığı çok daha hazin oduncu gömlekli başka öyküler, ölümcül ahşap tuzaklara düşen dehşetli gözler, hesaba gelmez tarihiyle nice mahkûmiyetlerin gölgelerini taşıyan sayısız tahta kafesler, tomruk kuyruklu orman filleri, sırtları yükten nasırlı atlar, katırlar, kağnı öküzleri, yıllar yılı odunlarla dövüle dövüle döndürülen değirmen eşekleri ve nice içe dönük

26 Haziran 2019

Uzun Günün Kedi Çobanı

Uzun güne buradan bakıyorum; şehrin bütün ölü hayvanlarının toplanıp bana seslendiği gündü. Bütün vedalaşmaların suçluluğu, bir enkaz gibi üzerime yığılıyordu. Çocukluğumda da yaşamıştım böylesi bir uzun günü: yerden yukarıya doğru kıvılcım saçan kediler koşuyordu... Böylece iki uzun günün arasında gidip gelen Nuh Gemisi'nin miçosuyu olarak kaldım: Kapıları kapanmadan onlara seslenen...

15 Şubat 2019

Çaresizlik Öğrenciliği

"Öğrenilmiş çaresizlik" hakkında yazılı düşünürken...
Bu iki sözcüğü yan yana duyduğumda, tam tarif edemeyeceğim buruk hisler duyuyorum. Buruk kelimesi de çok yeterli sayılmayabilir, buna hüzünlü başka birtakım hisleri de eklemem gerekir. Bu sözcükleri duyduğumda bu iç burkan hislerle birlikte, bu sözcüklerle ilk tanıştığım genç yıllarımdan bu yana zihnimin kaydettiği görüntüler canlanıyor gözümde. Bu görüntüler, bu kavram hakkında çeşitli psikoloji makaleleri okurken gördüğüm deney görüntülerinden ibaret de değil. Çocukluğumdan bu yana gördüğüm ve zihnime kazınan bazı anların, olayların, seslerin bu sözcüklerle birleşerek arşivlenmesi durumu diyebilirim. Adına seçmeli denerek içi boşaltılmış psikoloji derslerinin dandik kitap sayfalarında beliren "küçücük bir kazığa ayağından bağlanmış fil ya da plastik sandalyeye bağlı duran at" görsellerini katmerleyen olayların üzerimize kurulan endüstriyel üretim parkurundan arka arkaya geçmesi değil midir yaşam?! İnsanın üretip geliştirdiği en korkunç şeylerden biridir çaresizlik eğitmenliği. Sandalyeye bağlı duran at resmine bakarak ata acıması insanın sefaletidir. Atın oradaki "aptallığına" üzülen zihin, öğrenilen çaresizliğe atıfta bulunur. Oysa atın uysallığını sömürerek çaresizlik öğreten o kara zihin hiç ele alınmaz. Öğrenilmiş çaresizlikte bile suçlu; öğreten değildir. Ve biz bunu tanımlarken bile edilgen sıfatlı tamlama kullanırız. Çünkü sıfatın bile içine edilmiştir.

31 Ağustos 2016

Yıllar sonra Adnan Metin'le... tanışmak!

Bir kitabından ve kütüphanelerdeki sisli izinden başka bir şey bulamamıştım şair Adnan Metin beyefendiye dair. Çok aradım, bilen bilir, sonunda; 20 yıl sonra buldum; yeni şiirlerini mi? Evet, Hayır!; ta kendisini! Hikayesini meraklısına anlatırım bir gün...

SİYAH BİR GÜNEŞİ BELİRLEDİM

Siyah bir güneşi belirledim
İbrişimdendi kolları ama parlamamış
Herkes atını sürecekti önünden, sürmedi

Bilgim vardı tiz sesli fütüvvet şeyhinin ağır aksak yürüyüşünden
Bilgim vardı ayak bileğinden su altında
Kaba taşçı keskisi elinde kara yağız bir genç
Lağımcı varyozu elinde

Hangi çağım vardı benim
Kısa süreli ve az kirliydi suyu
Testere ağzı gibi dişler gıcır gıcır
Çok gülünç!

Hiç görmedim lombozları açık
Yerden yükselmemiş atları kişnememiş
Nişan alınmış bir taşı dikilmesine yakın
Koşulsuz tutun bir ipi, kandili şimdiden
(Marş marş yol verin paraşüt açma ipime!)

Kimi seçmiş bir camı güneş tutulmasına yakın
Kimi bir yer solucanını fırıl fırıl
Mat sünek bir çelikten parlayınca
On iki saatim on iki kez

Hakimdim bir suya, sisin bölümlerine
İyi günlerim iyi gecelerimden uzundu
Salkımsöğüdüm, tek hörgüçlü devem,erkek arım
Bir ağacın iğ biçiminde rüzgârı

Gece olmadan demirler büküldü
Siyah ve eşit aralıklı
Vaktim yoktu üç ayaklı bir sacın önünde
Renk körüydüm yaşça büyük olmamdan
Ateş yakmam gecikmişti

Bir kâhin ne bilsindi yağmur yağınca zıplaya oynaya
İnsan daha büyüyemez son sözünü söylemeden
(Buzul sonrası çağ mümkün)
Al zamanımı, yollarımı, delikli kafeslerimi, zamanı gelince al
Sende bir boy çörekotu büyüyecekse ki büyür sıralı ve uzun
(İzin verin ona)

Yarın ki sürsün onda ispinozların ötüşü
İğdelerin dört iklimi dört dalında
Su taslarının ki tek kulpludur parça pörçük
Kapı çalınmasından a iki gözüm
Çağ değiştiğinden, dişli planyalar
Güneşlerin daha büyük olmamasından

İlk haykıran istim üstündedir.

Adnan Metin

04 Kasım 2015

Kemik

Sokak röportajı yapan televizyon spikerleri olur ya; önlerine gelen rasgele seçtikleri insanlara bir takım sorular sorarak video çekim yaparlar ve sonrasında bu çekimlerini çalıştıkları yerel ya da genel televizyon kanallarında, sokağın nabzı, sokak ne diyor, sokağın sesi gibi kıytırık isimli programlarda yayınlarlar. Tabi bunu yayınlamadan önce yaptıkları çekimleri kesip, biçerek, derleyip toplayarak yani kısacası teknik terim babında; "montajlayarak" hazır hale getirirler.
Bu sokak röportajlarına dahil olan çoğu insan, röportaj sonrasında girdiği bu video kaydını ya da programı unutur gider. Bazıları ise televizyon kanalını öğrenir de programın ne zaman yayınlanacağını sorup soruşturur ve yayınlanacağı günü, hani o aslında istemeyerek hatta nefretle oruç tutup da ramazanın bitmesini iple çeken ve gün gün saat saat sayan birtakım insanların sabırsızlığıyla takip eder.

İşte bu sokak röportajlarından biri bana denk gelmişti ve o röportaj, çekim ve yayınlanacak olan televizyon kanalı

20 Ekim 2015

Kemikname

İçine düştüğü hatta belki de hep içinde olduğu melankoliyle yaşarken, herkes onu gülen yüzü ile biliyor ve belki de içten içe niteliyor, yargılıyordu. O aslında yaşadığı nice hüzünlü duyguları ifade edebilmenin, dışa vurmanın yollarını da aramıyordu pek; toplum içinde iletişim kurmak zorunda olduğu anlarda, dilsiz olduğu için işaret dilini tercih ediyordu. Normal insanların kendilerinde olan et, kan ve sinir sistemleri ile edindikleri mimiklere sahip olmadığından ötürü, neredeyse tüm sistemini ustaca, kıvrak hareketlerle kullanarak kendi kendine geliştirmiş olduğu kendine özgü vücut diliyle iletişim kurabiliyordu.
Ama bunu yaparken hafif kireçlenme yaşadığı dirsek ve boynundan sonu gelmez tıkırtılar yükseliyordu. Yani azimle geliştirdiği bu vücut deli kendine özgü bir ses dili de oluyordu bir bakıma.Şehrin kalabalığı içinde bu pek sorun olmasa da ayda bir ihtiyarları görmek, onların birikmiş, istif istif duran hüzünlü veya neşeli anılarını, onların buruşmuş, ihtiyar etlerinin eklediği ifadelerle dinlemek için gittiği huzur evlerindeki sessizliklerde, bu kireçlenmeler çok belirgin bir hal alıyordu, Neyse ki daha sessiz kalmak ve dinlemek üzere oralarda dolaşmasına, durmadan tıkırdayan ince gölgeli bedenine, sırıtıyormuş gibi görünen ama dikkatle bakıldığında kadim bir hüznü yansıtan yüzü ve bir o kadar içedönük dış görünüşüne, yaşlılar iyiden iyiye alışmıştı. 

Fakat işte, zaman zaman gittiği kütüphanede, eğer görevli memur ya da herhangi birine bir şeyler anlatmak zorunda kalırsa tarifsiz sıkıntılı dakikalar geçiriyordu. O yüzden aradığı kitaplar varsa, birileri ile konuşmak ya da kütüphane bilgisayarının klavyesinde haddinden fazla tıkırtılar yaparak arama yapmak yerine elinden geldiğince ses çıkarmamaya çalışarak, oldukça ağır ve sakin adımlarla yürüyerek raflara bakınıyor ve kütüphanenin en tenha bölgesine geçip kitaplara gömülüyordu. Çevresindeki çocukların kendisini işaret ederek şaşkın şaşkın bakmalarına, ergen kızların gizli gizli basenlerine bakarak erkek mi yoksa kadın mı olduğu konusundaki bahis ve kıkırdamalarına alışmıştı ve bunlara hiç aldırış etmiyordu. 

Masaya doğru eğilmiş, bir yandan önündeki kitaplarda bir şeyler karıştırırken diğer yandan, üzerinde oldukça yoğunlaşarak çalıştığı, "İskeletler Alemi İçin Suyun Kaldırma Kuvvetinin Yeniden Keşfi" konusunda hakkında, acele hareketlerle kağıtlara son notlarını alıyordu... 

22 Ocak 2015

The Endless River'a



"It's What We Do"

Pink Floyd 'un kendi tarihinin perde kapanış albümü olan The Endless River 'da bulunan, sadece bütün albümü değil, bütün bir Pink 'i özetleyen "mateser"; sonsuz nehrin, kendi içine çağladığı şelale.

Pompeii 'deki o konser olmayan dünya dinletisinden uzanarak içedönük tomurcuklar veren... ...parçanın giriş notaları, şuradan filizlenmiştir; (5:35 dk).

Kendi medeniyetlerinin parıldayan dönemindeki bir "an"dan, uç vererek kendi perdesini kapayan bir gölgeler silsilesinin damıtılmış mayası.

İşte böylece sevgili Pink.., sen sırtüstü uzanmış gökyüzüne bakarak dünyaya veda ederken, ben kulağımı göğsüne yaslıyor ve kendi derinliğine meyleden yankıların yankılarının yankılarının yankılarının yankılanışını sezinliyorum...

Serhat '14

18 Eylül 2012

Kestanemtrak 2..,

Hiçbir şey onun gibi bitmedi. Çok çok sessiz. Neredeyse göremeyecektim. Hiç ! Hani sevdiysen göğü, geldiysen dünyaya, görmüşsündür, hatırlamışsındır cennetten melodiler getirenleri, okyanuslar ötesinden dalga dalga yayılan yankıları. Böylesine sessizliğe bürünmüş yorgun bir dünya manzarası. Öyle işte. 

15 Temmuz 2012

Karşılaşma

Öyle geçişsiz bir ayrıntıdır ki; seslerin içinde bir an duyulup diğer bütün seslerin sesini etkileyecek kadar güçlü ve bir o kadar da kısa beliren ve belki fark edilen anlık bir ünlemin, birbirlerini tanımalarına rağmen birbirlerinden kaçmaya çalışan ve kendine bir başka nokta arayan gözlerin seri kaçamaklarda birbirleri ile çarpıştığı anların, mecburi karşılaşmalarda söylenen tatsız sözlerin dışına taşabilmiş içten bir sesin, küçük bir çocuğun annesine yapmış olduğu resmi gösterirken annesinin gözlerine bakmadan hemen önceki bakışının büyüdüğü küçücük dünyasının, çocuğuna bakan annenin gözlerinden içeriye giden kendi çocukluğuna ait hatırladığı minik bir anın içinde belirebilirliği yüksek bir sesin veya ağladığını gizlemeye çalışan kızın ağladığını ıslak parmaklarından anlayan aşığının hüzünlü bakışında uğuldayan şefkatli sesin içinde gelip giden bir fısıltı yankısı gibi asılı kalmıştır bu ayrıntı.

İşte bu yüzden fark edilmeyen, gözden kaçan, kalabalıkların içinde belli belirsiz bir özlem bulutu gibi dolaşan bu ayrıntının içinde saatlerce, belki günlerce hatta belki zamansızca kalıp da, genişleyen düşler ve düşüncelerden geçe geçe yeni yeni detaylar ve coğrafyalar sunarak kendilerine ve birbirlerine giden yollarda seyahatlere uzanan iki aşığın sırrı yatmaktadır.

01 Mayıs 2011

Çımacı 2

Çımacı, elbette böylesine denizlerden, gidip gelen gemilerden, ergeç yolculardan, ilmeklerden, halatlardan, düğümlerden, köprüler ve demirlerle sürgitleşmiş mahir tuzlu mesleğinden ibaret değildir, olsa olsa öyle görünmektedir. Bu öyle görünüşünü gören, fark eden akılların da gördükleriyle çoğalarak kendi çımacılığına başka başka ama yine saf ona ait olan çımacılıklar eklenmektedir. Böylelikle elindeki halatları, kucak dolusu kuşları salarcasına savurduğunda, gemiye koşan ya da gemiden dökülürken ona değen tek tük bakışların da çımacılaştığı aşikardır, kimi anlık kimi biteviye.

Bir de denizde olmasına rağmen denizi, gemide olmasına rağmen ne gemiyi, ne martıları, ne köpükleri ne de dalgaları bilmeden, sadece yaklaştıkça iskeleyi gören adımların karaya atlayışları ve kendilerini dev halatlarla bağladıkları hayatlarına ya da hayatların onları kementlediği köşelerine koşarcasına gidişleri vardır. Bir karadan bir karaya bile değil, bir halattan bir halata geçen, nice halatları elinden kaçırmak istemezcesine başka herşeyi unutmuş nice yolcuları vardır. Sahip olduğunu düşündüğü karasal dünyasındaki tüm yalanların, boynuna dev kancalarla dolanarak ona sahip olduğunu bilemeyecek kadar göz dönmüşlerin de can hıraş koşuştuğu iskele manzarasıdır. Kapkaranlık hayatlarını her an daha da suça bulaştıran nice kör zalimlerin geçtiği bir iskele manzarası.

Bu manzaranın içinde ciğerlerinden ruhuna deniz kokusu çekerek uzaklara bakan sevgililer, uzaktan pike yapan bir martı gibi görünen elele tutuşmuş yaşlı çiftler, göğe fırlattığı her simit parçasını yakalayan genç martılara seslenirken yüreği pır pır eden küçük çocuklarla gözleri mazi dolu anneler, kendi yalnızlığına gömülmüş aile babaları, yolculuk boyunca güvercin ve martılarla havaya karışan nice düşüncelerin nice yolcuları, herşeyini başka kara parçalarında yitirmiş, acılarını şehirle gizlemeye çalışan yüzlerin aktığı iskele yolları vardır. Kendisine tutunacak bir baba arayan paramparça olmuş halatlar gibi gemileri bekleyenler vardır, kendisine sarılacak bir sıcaklık arayan paramparça olmuş hayatların gemilere el sallayışları vardır. Kimisi gemiden inerken çımacının karadan ona doğru bir ikram gibi sürdüğü köprünün anlamlarında kalakalır, kimisi gemi halatlarının, yüreğin bam telini titreten seslerinde yavaş yavaş çımacılaşır.

Kollarından bir kuş uçumu yükselip de gemiye dolanan ve sanki iskeleyi de götürecekmiş gibi gerilerek sesler çıkaran halatlar, geminin bu kısa kara ziyaretine daha fazla tahammül edemeyecek çımacı tarafından bir bebek gibi yeniden kucaklanır da , başka bir seferin yüzlerce düşüncelerini tekrar dünyaya bağlamak üzere boğazı düğümlenmiş iskele babalarının yanıbaşlarına tekrar gevşemeye bırakılır.
Çımasız ve gemisiz kalan çımacıyı farkedip de geçen ve orada bir yanını bırakmış nice düşüncelerin çımacılaşması da devam eder gider, ta ki; boğazlarına halat geçirilmiş iskele babalarının çok uzaklara doğru dümdüz uzayıp giden demirden gözyaşlarına akseden kondüktör düdüklerine akarak kondüktörleşen, ve balya balya hatıralarını tren pencerelerine yükleyenlerin vagonlar dolusu hayatlarının makas sesleri yankılanana kadar denizde.

05 Temmuz 2010

ES ~

Genişçe uzanarak ses tellerimden dünyaya bebek ağlayışları sanılan şarkıyı söyleten. Kendisinin nasıl bir şey olduğunu ilk önce annemde tasvirleyen ve ılık bir deniz esintisi eşliğinde gökyüzünde gezinen gözlerimi indirip bakışıma yerleştiren. Kolumu kullanarak sevdiğimin saçlarının arkasından dolandırıp, burnuma yaklaşıp boynunun kokusunu algıma nakşeden ve eğilip retinamın ardından bir sümbül gibi titreyen gözleri izleten. Aklımın öğrendiği kelimeleri kullandırtıp, aklın bir yerlerde asla öğrenemeyeceği hisleri doğuran; şiir yazdıran, yazamayan biriysem yaşatan, armoniler yaydıran, bir enstrüman çalmayan veya müzisyen olmayana da içinden dışına besteler fışkırtan. Kayalara çarpan dalgaların milyarlarca köpüğe ayrılışındaki hissiyatı fizik kanunlarının ötesine çıkaran. Algı kapılarını ardına kadar açan, açılan kapılardan yeni kapılara açılan, aklıma eğilerek kendisini istekle anlamaya çalışan ilgimi cezbeden. Akıl ve bedenime temas ederek sevdiklerimle uyumumu sağlayan, küçük bir çocuğa, açan bir çiçeğe, sıcak bir selama ellerim vasıtasıyla dokunan, seven, hissettiren. Evrenin belirsiz bir yerindeki bu dünyada ve evrenin kendisinde, yaşamın aslında nasıl hüzün verici olduğunu ince ince anlatarak kirpiklerimden sular tırmandıran. İlk önce dingin hüznü öğreten, evreni insan gözlerinin ardından izleyen, o gözleri de uzaktan uzaktan süzen, o gözler ölse de yaşayacağı düşünülen ve düşündüğüm çok yakın ve öte varlık olan ; ruh, müziğin gıdasıdır.

14 Mart 2010

Malawi Yansıması

Malavi Chiclidleri, Tetralar, Amazon kütüğü, torflu zeminde taban bitkileri ve kaya çalışmaları..