Labels

Defterî (44) Edebî (49) Fotoğraf (13) Grafik (29) Însan (40) Malûmat (7) Mûzik (70) Tasarınâme (9)

09 Kasım 2019

Kestanemtrak

Derinliğe meylederek diyorum ki; bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #124. Kasım sayısında yayımlanmıştır.
-
Bu öykü aşağıdaki eserler eşliğinde yaşanmıştır.
Aphrodite’s Child – End of the World
Kitaro – Aurora
Wishbone Ash – Leaf and StreamP
ink FLoyd – Marooned
Benimle dünyanın sonuna gelmelisin.
Bütün gün sessiz kumların üzerinde uzanabiliriz.
Boris Bergman

Her şey kestanemtrak bir şekilde bitti. Çok, çok sessiz… Ve görünen, denizin ufkunda büyüyen serin sis. Büyük gürültülerden en ürkmüş fısıltılara kadar tüm kıpırtılar öylece kaldı. Kendi öyküsünün sonundaki bu dünyada son yapraklarına veda eden ağacın zayıflayan gölgesindeydik. Olay ufkunun kıyısına yaklaşırken bakıyorduk, yıldızların sönüşüne dalıp gitmiştik. Zamanın akışının kendi içine doğru yönelmeye başladığını hissettiğimizde neredeyse bütün bunları göremeyeceğimizi düşünürken, düşüncelerimizin bile donacağından korkmuştuk. Neredeyse göremeyecektim. Neredeyse hiç göremeyecektim; ağır ağır indi sarartı, okyanus ağır ağır duruldu. Varoluşun tüm seslerinin yankıları gökyüzü boyunca tuhaf izler bırakırken, milyonlarca yıldır gelip geçen göçmen kuşların kanat izlerine karışarak ufka doğru akıyordu. Bulut yorgunu damlalar havada asılı kaldı. Dallarıyla, gökyüzüne kök salıyormuş gibi duran ağaçlardan, kızıla çalan çürümüş yapraklar dökülüyordu. Yaprakların çoğu toprağa serilmişken, bir kısmı zamanın durağanlığına esir düşerek, gözle görülemeyecek bir süzülüşle havadan yerlere iniyordu. Toprak karışımı gök nasıl olur biliyor musun?
Kestanemtrak!

Kitaplar buraya kadar yazıldı, şarkılar buraya kadar yankılandı. Bir çocuk ağlaması uzanarak boşluğa doğru, kurulmuş tüm düşlerin üzerine yavaş yavaş yağdı. Hüzün yüzlü samanyolunun parıltılı gözü; güneşin feri sönerken, kendisiyle birlikte bütün canlıların vedalaşan gözlerini de yumuyordu. Yeryüzünün bütün tohumları zamanı kestirilemez derin uykularına gömülürken, durağanlığa yaklaşan düşüncelerimizle biz hâlâ seninle birbirimizi sezebiliyorduk. Zihinlerimizin ve zamanımızın tasvir etmeye yetmeyeceği,iç burkan bir hüznün içindeydik. Konuşmasak bile sayısız sezgiler içimizden geçiyor, söyleyeceklerimizin biçimine evriliyor, varsa kalan zamanın son kelimelerinin kendisine dönüşüyorduk.

Her şeyin sonunu getiren olay ufkunun kıyısındaydık ama güzel bir denizin kıyısında gibiydik. Donakaldığımız yerde ikimiz de gölgemizin isteksizliğine şahittik. Sayısız kum saatinin nadide görkemlerle akıttığı zamanın şefkatli kumsalındayız. Hüznümüzün nezaketi bakışlarımıza yansıyor, kumdaki ayak izlerimiz de kendimiz kadar hafif, üzerine gelen yumuşak dalgalarla, uçuşan kelebekler halinde arkamızdan başka yolculuklara çıkarken kalakalmış. Neredeyse her adımda durup, gerideki kelebeklerin her birinin uçup ulaşmaya çalıştığı yerlere ayrı ayrı ziyarete gitmeye zaman ayırmak istediğimiz bir anda donakalmışız. Biliyoruz ki şimdilik hâlâ yeşil yapraklar var. Fakat ölgün, sarı bir evrenin bigbang çekirdeğinin derinliğinden geliyor tıkırtılar. Geçmiş ve geleceğin birbirine eğrilerek büküldüğü, yaşanmış milyonlarca yılın toplanıp göz bebeklerimize küçüldüğü, birbirine yaklaştıkça kararan yıldızlarıyla gökyüzünün kitap sayfaları gibi dürüldüğü,dağların darmadağın renkli çakıl tepelerine dönüştüğü, ölmekte olan yeryüzünün yaşama öykündüğü zamandaydık. Zaman durmadan hemen önce sen rüzgâra dönmüştün yüzünü, rüzgârda geldiğimiz yerler vardı çünkü. Rüzgâra dönmüştün ve biz işte tam o anın içinde kalmıştık. Bu biçimlendirilmiş ama tasavvur edilemeyecek muazzam sonun içinde. Bu hazin öykünün, bu ürkünç görkemin, bu her şeye veda manzarasının tam ortasında,yerküredeki tüm hatıralarımız göz kürelerimizde toplanmıştı. Hatıraların coğrafyası yeryüzünden büyüktür. Evren sessizliğe bürünürken donmuş bakışlarımızla konuşmaya çalışıyorduk. Buluşan düşüncelerimizle birbirimize tutunmuştuk.

Hatıralarımız birbirine karışıyor ardından, kalakalmanın matemine geçmeye yüz tutmuş zamanın içinde bütünlükten uzaklaşarak bulutlara ayrılıyordu. Ben, aklından o anda geçen hatırayı senin bakışlarından sezerken, sen benim bakışlarımdaki hatıraya yaklaşıyordun. Sen, aklımdan o anda geçen hatırayı düşmeden yakalarken, ben, senin bakışlarındaki hatıraya tutunuyordum. Böylece gözlerimizde yankılanarak çarpışan bu şiirin sonuna yetişebilmek için tereddüt etmeden,hangi hatıraya akacağımı düşünmeksizin, üzerime sinen bakışlarındaki bilinç akışına kendimi bırakıyordum.

Bir şarkı masalı, bir masal diyarı, bir kervan yolu… Yaklaşan bir ifadeye doğru akarken, güven duyarken, anlamaya çalışırken, sanırken her şeyi içinde tasarladığın gibi… Çalılar arasında dans eden saçlar, gidilen yerler, uçulan yükseklikler, armonika! Çimen bulaşmış küçük bir el, beyaz bir boyun, fısıltı, sevi. Göz ucuyla dünyaya bakan filizlerden düşen yağmur öpüşü tınıları. Ah! Gözünün ucunu da olsa dışarıya çıkarma ve dünyaya açma cesaretini gösteren pervasız filiz uçlarından yağmurun öptüğü sızılar damladı. Bir bakış, bir kahkaha derinden yankılanan. Fark edilmediği zannedilen bir ayrıntı. Giz. Yavaşça sarılan bir kol. Patikaya doğru koşan bir düşünce yere doğru süzülürken, güneş yanlara doğru genleşircesine ufku boyuyordu. Kayadan pike yaptı deniz kuşu. Deniz kuşuydu ama önce kendini rüzgâra bıraktı. Rüzgâr denize esiyordu, yapraklar, çiçek tozları, ahenkli sesler, gökyüzünden denize yağmurla, düşen yaprakla, rüzgârla, kuşla, deniz kuşuyla, güneşle ve hatta ayla, istekler, niyetler yağdırıyordu. Deniz, deniz hepsini kucaklıyordu. Güneşi aklında söndürüp, karanlık ayın ışığını hüznünde mehtap ediyor, gökyüzüne devasa bir gözyaşı damlası bırakıyordu. Kumsalda sırt üstü uzanmış denize bakıyorduk. Başımızın üstünde deniz, göz altlarımızda yeryüzü, gökyüzüne düşen ayyaşı damlası rüzgârla titreşiyordu… Deniz kuşu kayadan pike yaptı. Deniz kuşuydu ama önce kendini rüzgâra bıraktı.

Söz söyleyemeyen bir şarkıydı bu, akla getirilemeyen. Belki bir şarkı söylersin şimdi, sesini duyarsın çok uzaklardaki kayalardan çarpan, birkaç deniz kuşu daha belki… Uzanırsın bulutların içine doğru, sayısız çocuk görürsün; rüzgârgüllerini senin koştuğun yöne uzatan. Tepeden bağıran bir çocuğu işitirsin belki ya da çocuktan bağıran tepeyi. Bir ıslık ya da çilekli dondurma damağında. Pembe. Pembe, mahzun yüzünden göğsünün vadilerine uzanan. Deniz suyu diye umduğum;gözlerinin taç yapraklarından aşağıya akan. Rüzgâra savrulan yürüyüşünde sağanak sağanak dolaşan, dolaştıkça yıldızlar boşaltan, elmaslar düşüren. Bir bakışında eserken yüzünden yüzüme gecikmiş meltemler, toprak kavi uzaklaşan gözlerinin bu son gün batımında, gözyaşlarıma çınar gölgesi getiren. Renkli balon; yuvarlanan evren. Bilmediğin zamanındır, seni yıpratan hiçbir şeyi;günün battığını ya da sabahın geldiğini. Ilık meltemde, hanımeli kokusu belki zarif bir duman, ince tozlardan süzülürken yüzün, besteler savuran…

Oradan bir yerden birileri çağırır yanına, selamlaşır konuşursun, çimenlere oturursun.Yanında sevdiğin ve sıcaklığı, anlatacağın bir öykü vardır ya da güzel bir tat gelir ağzına;iğdeyi unutmadığını anlatırsın mesela.

Bulutlardan şekil çıkarma oyunuydu adı. Şekillerden de bulut… Battaniye vardı bir de; tek kişilikti ama daha sıcaktı seninleyken. Donmuş anlar akarken göz derininden…

Ve düştüm. Öylece akan bilincinin sonsuz nehrine kapılmış gidiyordum ki düştüm. Düşerken neredeyse bakışlarına tutunamayacaktım, tutunarak düştüm. Olay ufkunun kıyısında, yine aynı anın içindeyiz. Gözlere sığmayan o derin, kasvetli karanlık çok uzak değil. Hiç uzak değil!

Hiçbir şey onun gibi bitmedi. Çok çok sessiz. Hani sevdiysen şu göğü, geldiysen dünyaya, görmüşsündür, hatırlamışsındır cennetten melodiler getirenleri, okyanuslar ötesinden dalga dalga yayılan yankıları. Neredeyse göremeyecektik! Hiç. Şimdi, işte dünya! Böylesine sessizliğe bürünmüş solgun, yorgun bir manzara. Kendisinden ses olamayacak bir ses bile yükselmezken, donuk, sabit, bekleyen. Hiçbir toz zerresinin bile hareketsizlikten gizlenemediği iki boyutlu bir tablo ki düzlükler, ormanlar ve okyanuslar. Mahcubiyetle içe dönen, döndükçe derinleşen, eriyen, eridikçe büyüyen, büyüdükçe silinen kadim bir yörüngenin silinen bir natürmort dalgalanması ve denizin ufkunu dölleyen serin kehribar sis!

Öyle kaldı her şey. Hani kestane vardır; Yanmadan yanmış gibi rengi… Yanıyormuş gibi, yanmazmış gibi, yanmak isteyip de söne söne yanarmış gibi… Öyle işte. Duyulan ses; dünyayı bitirmeye gelen derin çığlığın, kendi yankılarıyla birleşerek yokluğa uzanan acılı sesi. Çekilen, bırakmış ve bitkin bir hüzün; hazin olduğunu açığa vuran gök ve ötesi. Güneşsizlik, karanlıksızlık, sessizlik, sessizsizlik, varsızlık, yoksuzluk, hiçsizlik, hiçlik! Kestanemtrak!

Önce su vardı;en sonunda anlamlı gözlerinde sarnıçlanan. Aslında bana yönelen bakışına sarılarak yaklaşan gözlerindeki yaş vardı, yelken açtığım engin iç denizlerinden doğan.Su; içinin kanyonlarından içimin bozkırlarına uzanan… Uzandıkça, yöneldiğim ruhunun gökyüzü çöllerine, üzerinde iğdeler ve incir yaprakları yüzdüren, tadı hoş ırmaklar akıtan su. Aşk suyu! Gözyaşı! Kümülüs çöküntülü bakışımın büyüdüğü göz bebeğinde çiçekler açtıran su! Gözlerinin tuz kayalarına inişimi hatırlıyorum, iniyorum, hatırlıyorum. Unutmayışlarıma gömülen unutulacak olan bir türün yaşamı işte. İnsan, sen, ben, sen ve ben, senle ben! Ya da neredeyse yaşanması tasarlanamayan hiç! Buna rağmen yaratılan; yaşanan! Derinde, aklımın kanıt olduğu göz derininde şimdi; donuk bir an işte! Donuk bir an!

Hiç ses yok! Öylece bitti her şey. Sadece donmuş anlar, bize göre hâlâ durmadan akan, aktıkça kendine gömülen. Uzaklarda belli belirsiz, gövdelerinden kırılmış servi sessizliklerinin üzerinde son kalan ışıklarıyla kızıla çalan dolunay bağırtısı ve son gölgelerin üzerini örten bir sükûn makamı gezintisi ki hareketsiz ve denizin ufkunda donmaya yüz tutan sis. Bütün varlığımın gücüyle yine bakışlarına tırmanıyorum. Düşüncelerimiz hâlâ zamandan biraz daha hızlı. İlk kez karşılaşmanın heyecanı ve son kez karşılaşmanın hüznüyle yakalıyoruz bakışlarımızı. Yüzeyinde beliren düşüncelerimiz, bunca hareketsizliğe rağmen erimekte, donmakta, erimekte, donmakta, erimekte, donmakta, erimekte, donmakta, erimekte ve hâlâ ince ince sızıntılar halinde, aramızdaki yakın sandığımız mesafeleri aşmak için azimle yol almakta. Sen, aklımdan o anda geçen hatırayı benim bakışlarımda yaşarken, ben senin bakışlarındaki hatıraya yetişmeye çalışıyordum. Ben, aklından o anda geçen hatırayı kaybetmemeye çabalarken, sen, benim bakışlarımdaki hatıraya ağlıyordun. Böylece gözlerimizde yankılanarak çarpışan bu şiirin sonuna yetişebilmek için tereddüt etmeden, hangi hatıraya akacağımızı düşünmeksizin, üzerimize sinen bakışlarımızdaki bilinç akışına kendimizi bırakıyorduk.

Bir masal şarkısı, bir şarkı yankısı, bir patika yolu… Çitlembik ağacıydı, devasa ve görkemli, ne de severdik; gölgesi nefes gibiydi, kendisiyse ses. Sen bir şarkıyı hatırlamaya çalışıyordun, kumlardan geçip çimenlere uzanmıştık; pamuk pelerinli bir uzanış akıyordu boynunun arkasından gerdanının zaman atlasına. Zaman gibi akıyordun ruhuma. Aktıkça dönen, döndükçe genişleyen ve ölen. Biraz susuş. İç çekiş. Kulak memene değen bir fısıltı serserice çıkıyordu içimden. Ve sıcaklığı sevdiğinin, yalnızca sana görünen parıldayan gözlerim. Nihayet, şarkıyı hatırlayışın ve nakarat! Lirik ve güven; sevinç. Kelimelere giydiremediğim tarifin… Sonra, ölmeye uzanan her hayat gibi, toprak gibi göğsüme uzanışın, sararan patika yolunda avuçlarımda iğdeler sulaman… Yalnızlığımızı yüceltmen. Aynı göğü, aynı yolu, aynı noktayı benimle paylaşman…

Seyrek dağılmış kalabalıklardan konuşmalar, gülüşler… Hepsiyle selamlaşacağın… Üç tekerlekli bisikletin geçiyorken yavaş yavaş bir adım önünden, ah ona uzanırken saçlarından kuşların uçtuğunu gördüğüm ânın! Diğerlerine seslenişin. Yeşil patiskalar vardı üzerinde, yeşil patikalar tepesinde, çitlembik ağacının altında ve gözünün ardındaki geceye dönen göğü ve geceye karışan evrene bakışın, bakışım. Çitlembik senfonisi, zamana tutunamayan ama bir türlü yok da olamayan yankıların yankılanışı. Üzümve ballı patates, beyaz ve sarı yürek rahatlatıcı. Sohbet edişin, edişim. Ruhun, ruhum. Yapraklar ve akıntı. Herkes, bir ömür yaşadı bu dünyayı. Sonsuz gibi görmek istediğimiz ırmağa doğru akışını hatırlıyorum, el sallayışın, çağırışın, gelişim. Yardımcı olacağın bir şeyler olmalı. Ateş böcekleri hakkında neler düşüneceğini düşünürsün mesela. Suskunluğunu seslendirdiğime şaşırışın. Hanımeli kokusu sararken her yanını, aklını savuruşuna açtığım uçurtmalara, ipi kopan nemli bakışlar uçuruşun. İçine bir gözyaşı huzmesi inerken, kalbine akan bir mavi derya! Bıraktığında kendini büyüyen bahçene. Bahçe! Doymayacak ki gönlümüz güle, eğilirken dikenine, öncesine, köküne.

Yanık bir renk, kırmızı gibi ama değil, gül rengi gibi ama değil, öylece duruyoruz, denizin ufkuna doğru duruyoruz. Gökyüzüne, bulutlara bakıyorduk, yok bakmıyorduk. Bakmıştık… Belki de hiç bakmamıştık. Gökyüzü diye gözlerimize dalmıştık. Bütün çağların kapanışı duruyor karşımızda, donuyoruz. Battaniye vardı o gün bir de hatırlıyorum, kırmızıya çalan bir kahverengi miydi rengi? Tek kişilikti ama daha sıcaktı seninleyken, donmuş anlar akarken göz derininden…

Anından sonrası görünmeyen siyah yolun hiçli çehresinin içe uzanan dehliz geçidi karanlığının ortasında bir adım; derinliğe meyleden.

2006-2019
Serhat Merdivenci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder