Labels

Defterî (44) Edebî (49) Fotoğraf (13) Grafik (29) Însan (40) Malûmat (7) Mûzik (69) Tasarınâme (9)

30 Aralık 2020

"Duygular Arası Geleneksel Sessizlik Haftası"

Herkes yerini aldı. Kalakalışların sessizliklerine öncelik verdim. Onları bu yerleşme sürecinde ayakta bekletemezdim. Sunabildiğim en konforlu en içbükey durağanlık koltuklarındalar artık. Vedalaşamadan kaybolmaların ardında kalan düşüncelerin sessizlikleri ile vedalaşmanın ardından baş veren, taşları çatlatırcasına büyüyen o buruşuk çiçeğin sessizliği de buradalar. Diğerinin gidişinin ardından bakakalış sessizliği de hemen yanında yerini aldı; öyle nazikti ki yerleşmesi. Akıp giden zamanın içinde kendisini de nereye götürdüğünü hüzünle hisseden düşüncelerin derin sessizlikleriyle, yanında sevdiği ve sıcaklığında buluşan bakışların ardında yeşeren bahçelerin dingin sessizleri de yine yan yana teşrif ettiler ki onlar en erken gelenlerdi, sağ olsunlar. 

Peter Green - Apostle
Japhlet Bire Atlas - Comptine D'un Autre Ete: L'apres Midi
Mark Lanegan - One Way Street
Trevor Green - The Must Be the Place
Husky Rescue - New Light Tomorrow
Hedonutopia - Çöl
Rival Sons - Destination On Course
To Leave - Shamrain
Geoffrey Oryema - The River
Sathya & Liliana - Gayatri Mantra
Hope Sandoval - Liquid Lady
Israel Nash - Rain Plans

25 Aralık 2020

Kibiriti de suyu da...

En küçük yolculuklara bile değil, kıpırtılarına bile aynı şekilde kriz denildi. Anlatmayı çoktan bırakmışlığına da birkaç tanım eklediler. Döke saça yürüttüğün kelimelerini de o sahtekar şefkatleriyle derdest edip koltuk altına iliştirdiler. Uzaktan koltuklarının kabardığını söylediler, doğru değildi. Duyurabildiğin duruşlarına çözümler sunduklarını iddia ettiklerinde, sen sorunun, üzerinde bir yerde ya da sağında solunda dışarıdan bulaşmış bir lekede olacağını düşünürken çözümler hazırdı: alt başlıkları bile olmayan birkaç cümle... Boğazlarına kadar gömüldükleri günlük konuşma parçalarının cilalı dünyalarından gelen seslerle kendilerince büyük anlamları muştuluyorlardı. Sığ karmaşalarında boğuladursunlar, biz çok yol aldık, izimizi kaybettirmişiz ya rahatımız ondan. Uzaktan teğet geçiyorlar giryezar manzaralarımıza dokunmadan. Kibrit suyunu dibine kadar boşalttık son kalan duvarlarından. Sanki tınısı geliyor artık içedönük sahillerin. Gölgemizin ayak dirediği yerlere el sallıyoruz daha yakından. 

23 Aralık 2020

Dipnota derin notlar

Kazılarıma ara vermişsem bu, tünel ağzını kapatıp gittiğim anlamına gelmez, başka anlamlara gelir. Tünel duvarlarındaki çiçeklerin suyuna bakmaya geldim, gözyaşından rutubetli yapraklarda hala nem var. Derin öteleme bahçelerine ulaştığımda, temizleyerek kenara bıraktığım birkaç alet ve kısa notlar da yerinde duruyor. Çok uzun bir zaman geçmedi diye düşünen zihnin içinden devranlar büyüyerek geçiyor. Topladığım soloları tasnif etmeye daha çok vakit ayırdığımın farkındayım. Farkında olmadığım esleri de düzenliyorum; soloya dahil olduklarını, daha bu yol olgunlaşmadan önce öğrenmiştim. Işıksız sokağın dönemecinde rastladığım geniş hikayenin peşini bırakmadığım buradan anlaşılabilir. Çünkü hikayenin uç verdiği her şeye yollar, yolların buluştuğu koltuklar, küçük köşe başları, büyük seyir terasları, sahil izleri, sakin patikalar düğümlüyorum ve topladığım soloların en nazik olanlarıyla hikayelere alt yazılar ekliyorum. 


13 Kasım 2020

Amerikan Bozlağı...

Kendi akıl dışılıklarını normalleştirerek oluşturdukları uyduruk bir akli dengeyi, o eski iç hesaplaşmalardan üstün tutanların çağında yol kenarlarından soloları toplamayı sürdürüyorsam hala hayattayım demektir. Reminörler benim özelimdir o konuda pek konuşasım yok belki yazasım olur bilmiyorum. Oturup burada bir solonun iç bükey hüzün heyelanlarını duymaya çalışıyorum, "biraz sessizlik lütfen" diye duyuracağım kimseyi göremedim ama bir ara ne gürültü vardı be! Pis bir kalabalığın karman çorman seslerinden nihayet kurtulup da yine bu kıyılara vardım. İlerideki tepelere uzanan yollarda, aşağı doğu dökülen çakıl taşları gibi araç trafiğini hala görüyorum ama sesleri uzakta. Bulduğum sükun çağrışımlı kenarlarda sololar daha da netleşiyor, çok daha belirgin oluyor yaprakları. Taç yapraklarını bile buluyorum bazen. Şimdi şöyle oturup biraz dinlensem iyi olacak, dinlenirken de ritimleri henüz kırılıp dökülmemiş şunu dinlerken, notumu düşeyim ki ben buna Amerikan Bozlağı diyorum. The Number of the Beast'i de bozlak dinlemek varmış. Sağ ol Shawn James... 

10 Kasım 2020

Hurdalık

Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin Kasım #134. sayısında yayımlanmıştır.

Düşler ve düşüncelerin derinliklerinde yüzen sakin bir ada gibi görünen aklınızın derin dehlizlerinden sesler getirmişçesine durmuşsam ve şimdi burada bir anlatıcı durumundaysam; size, görmüş, yaşamış ya da belki yaşamakta olduğum bir bahçe kenarından, o ışıksız sokağın dönemecinde vardığım geniş bir hikâyeden, kısa bir zaman önce denize doğru giden patikada karşılaştığım muazzam hüzün heyelanından ya da görkemler düşleyip bunu büyüten bir ânımın zamansız gölgeler arasında dalgalanan yumuşak süzülüşünden bahsederek aslında sizin de zamanınızı boşa harcayacak olabilirim.

“Konuşarak ya da okuryazarlıkla yapılan sohbet; anlatıcının zihnindekilerinin kendisinde oluşturduğu ifadelerin dışa vurumunu karşı tarafa aktarmasıyla dinleyicide alacağı ifadeyi görme çabası ve ardından dinleyicinin de bu anlatıcının anlattıklarının kendisinde oluşan anlamları görmesini gözlemleme çabasıyla olmalıdır ve sohbet için her zaman kelimeler kullanılmaz.” Diye düşündüğümden; belki, beni kendi sessizliğinizle dinlemenizin devamını sağlayabilmek ve biraz da olsa anlattıklarımın yüzlerinizde şekil alacağı ifadeleri, bir bakıma oluşacağı anlamları hissedebilmek için bu anlatımıma sizlerin de hoşuna gidebilecek birtakım ayrıntılar ekleyip, hikâyenin çoğalacak olan bir ucunu da size değdirip, kendinizden bir şeyler bulmanıza; mesela keyif, huzur ya da ihtiraslı bir kasvet görebileceğiniz durumlara yöneltip, sözlerime karşı alakanızı da artırmaya çalışabilirim.

Ama o zaman, bütün bu anlatmakta olduklarımın,

06 Ekim 2020

Altı telli yollar

Daha duyar duymaz zihnimdeki minör duygulu majörü yerinden kıpırdattığını birlikte görmüştük. Topladığım soloları çantamı açmaya fırsat bulamadan, apar topar ceplerime tıkıştırırken sese doğru akarcasına adımlıyordum dünyayı. Öyle ki; Reminör'ü benim parmaklarımdan yankılanıyor gibiydi yıllar öncesinden, bir köşesine oturduğum Bahçe'den. Oradan ta bu ana uzanıp bana değmeyi başarabilmiş bu tınıların altı telli iletişim ağına direkler çakmaya başladım.



29 Ağustos 2020

Araf Atı

 Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #132. sayısında yayımlanmıştır.

“Araf’ta olduğumu kendimden daha fazla gizleyememekten endişeliyim. Çok uzun zamandır büyük bir ustalıkla başarıyordum bunu.”
Onun bu sözlerini duyduğumda masadaki ses kayıt cihazının çalışıp çalışmadığına bir kez daha bakmıştım.

Bundan yıllar önce, henüz yirmi beş yaşıma yaklaştığım dönemde bir akrabamın özel psikiyatri kliniğinde ofis işlerine yardım amaçlı çalışmaya başlamıştım. Daha doğrusu babamın kuzeni olan Dr. Özgün Gören Hanım, yardımcısı işten ayrıldığından dolayı geçici bir süre ofisle ilgilenmem için bizden bunu rica etmişti. Çünkü Özgün Hanım, aynı zamanda hastanede çalışmaktaydı ve haftanın bazı günleri, randevu saatlerini kaçırmamak üzere özel kliniğine uğrayabiliyordu. Aslında geçen kış klinikte çalışmaya başlayan bir stajyeri de vardı: Cihan. Fakat o da idealist bir öğrenci olarak, stajını daha yararlı bir şekilde tamamlayabilmek için, hocanın da isteği üzerine, kendisinin yanından ayrılmıyordu. Ben, önceki sene mezun olduğumdan beri babamın yayınevinde grafik tasarımcılığı ve dizgi işlerini yapmaktaydım. 2002 yılının bahar zamanıydı. Yayınevindeki işlerimi başka bir yerde de sürdürebilme imkânımdan dolayı, doktor hanımı kırmak istememiş, ricasını kabul etmiştik. Yıllar yılı alışık olduğum yayınevi ofisinin günlük hareketliliği ve ortamından daha farklı bir ortama geçeceğim için bu teklif benim de ilgimi çekmişti. Şehrin hengâmesinin orta yerinden, Cağaloğlu’ndaki şirket hayatından bir anda, tepelerde, ormanlarla çevrili bir bölge olan Yakacık’taki kliniğin sakin ofisine geçmek, benim için de meslekî bir tatil olacaktı. Kliniği daha önce birkaç kez görmüştüm ve o bölgeye her gidişimizde birçok kentli gibi, hemen bir dinginlik havası çevremi sarardı. Bizim ev de şehrin karmaşasının içinde olduğundan, oralara gittiğimde o sınırlı zamanlarda derin derin nefes alıp havasını içimde biriktirmek isterdim.

Çalışma hayatında düzeni ve istikrarı seven birisi olduğum için, sabahları erken ve aynı saatte kliniği açıp, basit temizlik işleri, kahve hazırlama ve kahvaltı gibi rutin işlerimi yaptıktan sonra, günlerimi bilgisayarımın başında kendi işlerimle meşgul olarak ve gün içinde gelen birkaç telefona bakıp, gerekli notları alarak geçiriyordum. Zaman zaman hocanın kütüphanesindeki kalınca kitaplara göz gezdiriyor, balkondan manzaranın tadını çıkarıyor ve ikindiden sonra da ofisi kapatıp oradan ayrılıyordum. Doktorun özel hastası da fazla sayılmazdı. Kendisi de bu sayının artmasını istemiyordu; başvuru için arayan ya da uğrayan yeni ziyaretçilere, yoğunluk nedeni ile randevu kabul edilemediğini açıklamamı tembihlemişti. Listesinde yaklaşık yirmi hastası vardı ve en geç başvuranı iki sene öncesi tarihliydi. Bu hastaların bazıları; haftada bir gün tek seans olmak üzere kliniğe gelirken, bazıları on beş gün, bazıları ise ayda bir şeklinde rutin randevu kayıtları tutulmuştu. Zaman zaman bu randevularda, hastaların özel işleri ya da doktorun günlük iş seyrinin değişmesi nedeniyle gün ya da saat kaydırma gibi küçük değişiklikler yapılıyordu. Açıkçası benim de ofis içerisinde psikiyatri adına yaptığımı hissettiğim en ciddi işler de bu notları alıp, çizelgenin düzenini ve yapılan değişiklikleri Özgün Abla’mla paylaşmak oluyordu.

Tepedeki orman içindeki bu güzel manzaralı klinikte sekiz ay geçirdim. Size bu süreçte orada yaşadıklarımdan, karşılaştığım insanlardan ya da onların olaylarından bahsetmeyeceğim. Şehre, denize ve ufkundaki adalara kuş yüksekliğinden bakan kliniğin balkonunda, günlük tadında olmasa da kısa şiirlermiş gibi aldığım bazı notları zaten bloğumda yayınlamıştım. Benim burada sunmak istediğim başka bir şey var: Okumaya devam etmek istersen burada anlatayım...

Ellerin raydan kayarken...

18 Ağustos 2020

Usanmasın...

Koşa koşa kaçarken süklüm püklüm göründüğümü belirleyen gözlerin hiç usanmasın. Ben göremesem de bileyim; senin bir yerlerden bakışlarını düğümlediğini. Bu çöl, dizlerinde dursun senin; kum fırtınaları silmeden ayak izlerimi gergefinde nakışladığın... Biz ördük bu çölü uzak sınırları sularla çevrili, daha da derinlerine kaçmak için nice oldu, ömrümüzün taç yapraklarını sereli. Şimdi yalnız bir gölgeymiş gibi görünüşüm sana değil! Çekilmişsem uzaklığına ve küçülen bir nokta gibiysem de, ıssız esintili yamacındayım, halimden belli! Eklem bacaklı dertlerimle hemhalsem de bir çöl ağacı gibi dirençle uzandığımı gören gözlerin bu rüyadan uyanmasın.



09 Temmuz 2020

Bir yerlerden...

Kenar notlarımı topluyorum şu sıralar. Kıyı masallarını, köşebaşı ıslaklıklarını; giryezar manzaralara atıfta bulunan arızalı kelimeler... Birkaç atılgan mısra, cilalı kafiye, kağıtların buruşukluğuna göz kalemleri akmış ölçüsüz heceler. "Bir "Hıçkırıklar Novellası" çıkabilir mi bundan? diyorum kendi kendime ya da "Yüksek Gözyaşı Mahkemesi İddianamesi". Sağda solda, çekmecelerde, kitap aralarında, eski bir çantanın kıvrılmış köşesinde, rutubetli zindan duvarı yazıları. ... ... Pencerelerden de dökülüyor eski buğulardan birkaç satır, belli belirsiz okunuyor bazıları arada bir gelen kuşların kanatlarına bulaşmış belli, dağılıp gitmiş hepsi... Büyük bir maden değil, çok önceleri talan edilmişliğiyle tahtaları hala dayanıyor olabilir. Çekip çıkarken dışarı, kapı menteşelerine sıkışmış karşılamaları görüyorum bir an, "hoşgeldin" leri, selamları... Kendi başlarına senfonidir onlar, onları da alıyorum yanıma... ... ... Üç noktaları sonradan ekleyeceğim kendime şafak çizgileri olarak koyuyorum. Dışarıda diğer kenarlara koşarcasına yürüyorum, güneşin titrettiği görüntülerin içinde rüzgara eşlikçi uçuşan küçük kağıt parçaları, hangileri benden kalan? Her biri bir parça not barındıracak değil ya! Ama her birinin hikayesi olduğunu kim reddedebilir ki? Terk edilmiş kağıtların, uçuşan edebi mezarlığı. Dur! Geliyorum aşağı...

04 Haziran 2020

Tuhaf Meyve

Sadece rengi yüzünden yüzyıllardır ötelenen, eziyet edilen, dövülen,

meydanlarda darağacına, kırsallarda diğer ağaçlara asılan siyah derili insanlar...

Eski bir dostumun dediği gibi: Ağaçta olmaması gereken tuhaf meyveler.



31 Mart 2020

Süha - Hezarfen Turnesi - Büyük İstanbul Konseri

#süha #suha #suhamusic #hora #horaep #hermes #hezarfen
Dünya ile birlikte bu diyarlar da üzücü viral günlerin içinden geçiyor. Bunun için not düşülecek bir şey yok, ama zihinlerden geçen milyonlarca düşünce var elbet. Şu günlerin tüm bilgileri,  üzücü haberleri,  can kayıpları saniyeler bazında tutulan bir günlük gibi her yanda nice notlar halinde zaten birikiyor. Bu notlar düşülürken ben burada biraz başka bir şeyden, notların değil havadan notaların düştüğü bir konser gecesi hatırasından söz edeyim. Yaklaşık altı ay önce; 2019 Sonbaharı'nda (19 Ekim) İstanbul - Üsküdar Meydanı'nda icra edilmiş ve benim de yakın bir seyirci olarak bulunduğum o muhteşem müzik gecesinden.  Evet; Süha'nın Büyük İstanbul Konseri:..

"Büyük Konser" denilince akla hemen bir stat ya da bir amfitiyatro ya da kapalı bir salon dolusu seyirci içeren dev bir konser alanı geliyor. Fakat bu konsere seyirci kitlesi açısından büyük demek mantıksız olurdu. Çünkü sadece ekip çalışanları, konserin duyurulduğu az sayıda bazı tanıdıkların ve onların kısıtlı olarak davet edebildiği bir avuç insanın izleyebildiği, yani seyirci açısından kalabalık kitlesi olmayan bir konserdi. Yalnız, ekipman olarak teknik açıdan ve bence içerik, kurgu ve kavramsal olarak muazzam olduğu için "büyük" ve gerçekten

28 Ocak 2020

Geriye dönük kitap önerilerim

1- Seyfi Dadaruhi - Figuranlık Günleri
2- İhsan Uzun - İstanbul'un Dehlizleri
3- Hayri İrdal - Osman Hamdi'nin Ziyaret Saati
4- Yakup Cansever - Kurbağa Gözlemcisi
5- Galip Salik - Rüya Küpürleri Müzesi
6- Roderick Usher - Madeline ve Edgar'ın Düğünü
7- Robinson Crusoe - Daniel'in İftiraları
8- Esther Greenwood - Victoria Lucas'ın Fırını
9- Gregor Samsa - Newton ve Toplumsal Adaletsizlik
10- Tobias Mindernikel - Thomas'ın Cinayeti

Temin edemediğin olursa haber verirsin.

09 Ocak 2020

Som Bahar İçin Adım Bohçaları



Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin #126. Ocak sayısında yayımlanmıştır.

Geri dönerken ikimiz de gölgemizin isteksizliğine şahidiz. Sayısız kum saatinin nadide görkemlerle akıttığı zamanın şefkatli kumsalındayız ve her adımımızda yeni gezegenler görür gibiyiz. Geri döndüğümüz yön de kötü değil; gölgemizin isteksizliğini ikna etmeye çalışarak iki yandan koluna giriyoruz. Çok da üzgün sayılmaz ama bizimle olmasa bile burasıyla vedalaşmanın burukluğu ile hafif hafif dalgalanarak yürüyor. Biz de onun adımlarına uyum sağlamaya çalışıyoruz. Nezaketimiz adımlarımıza yansıyor, zamanın değirmeniyle oluşmuş kumsalda ayak izlerimiz de kendimiz kadar hafif, üzerine gelen yumuşak dalgalarla uçuşan virgül gölgeli kelebekler halinde arkamızdan başka yolculuklara çıkıyor. Neredeyse her bir adımda durup, gerideki kelebeklerin her birinin uçup ulaştığı yerlere ayrı ayrı ziyarete gitmeye zaman ayırmak istiyoruz. Kelebek ziyareti kısa olur. Üçümüz de biliyoruz ki şimdilik hâlâ yeşil yapraklar. Fakat dingin, sarı bir evrenin bigbang çekirdeğinin içinden geliyor tıkırtılar.

Güneş, serinliğin belleğine doğru eğilirken, yakında tohumlar evlerine, sıcak odalarına çekilecekler. Onların loş evlerinin pencerelerinden eski filizlerini izlemelerine eşlik etmeyi umduğumuzu dile getiriyoruz konuşmadan. Gölgemiz biraz teselli oluyor bundan. Güneş eğildikçe, onun boynu gün doğusuna doğru uzanıyor, biz kuzeye ilerliyoruz. Yürünecek en güzel kıyılar, dünyanın güneşi denizlere battığı yerlerde değil midir? Ateşi sulara…

Bakışlarımıza henüz yansımamış milyonlarca düşünce gözlerimizin ardında sıraya girdiğinden, tüm zamanlarımızı sarmalar gibi tutuyorum elinden. Bir şarkının içinden geçer gibiyiz, adımlarımızdan notalar aksederken. Gideceğimiz yer de çok uzak sayılmaz giderek uzaklaştığımız bu sahilden. Orada da içinde nefes alış verişlerimizden doğan evrenlerin genişlediği küçük bir evimiz var. Orada da bizden kalma izlerin minderlere yaslandığı hatıralarımız var. Bir daire; sobalı değil, kaloriferli ama olsun. Klasik manzara tablolarındaki bacası dumanlı düş evleri gibi görünmez ama yine de şiirlere layıktır. Kafiyelidir duvarları, koltukları dingin, kapısı kavuşmalara aşinadır. İçe dönük cumbasında İzzet bakışlı kedimiz uyumaktadır. Penceresinden bu gökyüzünü izlediğimiz, uzaklara dalan bakışlarımıza bizimle eşlik eden bir daire, bizimle birlikte yaşayan, bizimle coşan, bizimle durağan, hüznü derinden, neşesi kendinden, devranımızla uçan bir daire! Üflesen durmaz…

Şimdi, özgül ağırlığını yitirdiğinden, çevremizde sadece sezgiler halinde salınan kelimelerimizi okuya okuya yürüyoruz. Gelen rüzgârlara yaprak dökmeye namzet bir ağaç gölgesine büyüyor gölgemiz, yaklaşan hikâyelere ışık tutan bol rüzgar güllü bir deniz feneri gibiyiz. Helezon merdivenlerinde birikirken resimlerimiz, bu dünyanın bu kıyısına veda edecek değiliz, etmiyoruz da… O yüzden üzülme! Şimdi gidiyor olsak da, daha sonra uçan dairemizin penceresinden bakarken okumaya bıraktığımız bu liriğin işte tam da şu an içindeyiz. Böylece ayak izlerimizle tüm mısralarının altını çizeceğiz.