Labels

Defterî (44) Edebî (49) Fotoğraf (13) Grafik (29) Însan (40) Malûmat (7) Mûzik (70) Tasarınâme (9)

10 Kasım 2020

Hurdalık

Bu öyküm, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin Kasım #134. sayısında yayımlanmıştır.

Düşler ve düşüncelerin derinliklerinde yüzen sakin bir ada gibi görünen aklınızın derin dehlizlerinden sesler getirmişçesine durmuşsam ve şimdi burada bir anlatıcı durumundaysam; size, görmüş, yaşamış ya da belki yaşamakta olduğum bir bahçe kenarından, o ışıksız sokağın dönemecinde vardığım geniş bir hikâyeden, kısa bir zaman önce denize doğru giden patikada karşılaştığım muazzam hüzün heyelanından ya da görkemler düşleyip bunu büyüten bir ânımın zamansız gölgeler arasında dalgalanan yumuşak süzülüşünden bahsederek aslında sizin de zamanınızı boşa harcayacak olabilirim.

“Konuşarak ya da okuryazarlıkla yapılan sohbet; anlatıcının zihnindekilerinin kendisinde oluşturduğu ifadelerin dışa vurumunu karşı tarafa aktarmasıyla dinleyicide alacağı ifadeyi görme çabası ve ardından dinleyicinin de bu anlatıcının anlattıklarının kendisinde oluşan anlamları görmesini gözlemleme çabasıyla olmalıdır ve sohbet için her zaman kelimeler kullanılmaz.” Diye düşündüğümden; belki, beni kendi sessizliğinizle dinlemenizin devamını sağlayabilmek ve biraz da olsa anlattıklarımın yüzlerinizde şekil alacağı ifadeleri, bir bakıma oluşacağı anlamları hissedebilmek için bu anlatımıma sizlerin de hoşuna gidebilecek birtakım ayrıntılar ekleyip, hikâyenin çoğalacak olan bir ucunu da size değdirip, kendinizden bir şeyler bulmanıza; mesela keyif, huzur ya da ihtiraslı bir kasvet görebileceğiniz durumlara yöneltip, sözlerime karşı alakanızı da artırmaya çalışabilirim.

Ama o zaman, bütün bu anlatmakta olduklarımın,

benden ve anlatabilirliğimden çıkıp sizin de önce düşüncelerinize, sonra o düşüncelerin şekil aldığı belli belirsiz kelimelere ve sonra yavaş yavaş anlatacaklarınıza bulaşarak, karman çorman bir laf kalabalığına dönüşmesine ve böylece; ister karşı karşıya dile getirdiğimiz, ister uzaktan uzağa yazıp okuduğumuz kelimelerin, korkunç savaşlarda havada çarpışan mermiler gibi şiddetli bir şekilde birbirlerine geçerek başkalaşmış bir şekilde yerlere dökülmesine göz yummuş olurum.

İşte o zaman biz, izli kelimelerin aramızda uçuştuğu o durumda ne benim dile getireceklerimi ne de sizinkileri doğru düzgün dinleyememiş hatta belki duyamamış oluruz. O nedenle anlatacaklarıma ilgi uyandırmak için, dinleyicinin de kendisinden bir şeyler bulacağı çekici detaylara işaret eden kelimeler ekleyerek onu cezbetmeye çalışmak ve aslında böylelikle ilgisini, anlatacaklarıma değil de düpedüz kendisine yöneltmek, ya da tam tersi; hiç hoşuna gitmeyecek ve usandırıcı uzak detaylarla bu olası ilgiyi kendi üzerimde tutmaya çabalamak, açıkçası fena tiksindirici bir endişe veriyor bana.

Bütün bunlarla birlikte, birbirini dinliyormuş gibi yaparak aslında kendi zihinlerinin tembel oyuklarında kaykılan ve aklına estiğince ağız dolusu kelime kusan ve yutan laf şişmanı kitlelerin olduğu bir dünyanın akıp giden berbat gürültüsünün tam ortasındayız. Öyle köpüren bir taşkın ki bu; kendisini dile getireninden onur duyan o eski nadir kelimeler ve taşıdığı o güzelim anlamlar da bu rezil akışın içinde maalesef alabora olup gitmektedir.

Bulundukları her yerin, düştükleri her durumun, seslendirildikleri her olayın, öncülü olacağı her hareketin şeklini alan, aşağılık ikiyüzlü kelimeler de şehirlerdeki insan kalabalıklarının içinde semirerek ilerleyen silik karartılar olarak kılıktan kılığa seğirtmekteyken ben size anlatmam isteneni ne kadar titizlikle uğraşarak dile getirmeye çalışacak olsam da bütün anlatacaklarımın, çıktığı kendi yolculuğunda bu hengamenin kazazedeleri olarak sizlere ulaşacağını biliyorum.

Düşüncelerim, anlatmaya çalıştıklarım ile anlattıklarım ve sizin duyduklarınız ile anlamalarınız arasında gidip gelirken, birbirlerine istif istif yığılan, sürtünme, bükülme ve titreme gürültüleri çıkaran ve anlatılası yolundan her seste daha da uzaklaşan savruk konuşma parçalarının yaralı ve yamalı kelimelerine biz böyle karşılıklı olarak savruluruz da, ben de birden kendimi kargacık burgacık inlemeler eşliğinde kendi içinde sürekli toparlanmaya, düzenlenmeye çalışılan, kırık dökük, tozlu ve çürüyen yığınlarına yeni yığınlar boşaltılan, ıssız bucaksız bir kelime hurdalığında bulabilirim.

Birbirleri üzerine kendi sonlarına doğru öylece bırakılmış ve sanki baktıkça sonsuza doğru öylece kalacakmış gibi kaskatı kesilmiş heceler, ekler, edilgenler, boşluğa doğru umutsuz bir seslenişten kopmuş da yaralanmış birkaç harf, beklentilerle sarmalanmış bir karşılaşma ifadesi, umutsuz bir dilek, bir nesne, bitmemiş bir tamlama, kendinden geçmiş bir mecaz, yanan bir şiirden alev alev yerlere düşerken kıvılcımlar saçan bir mısra, neyi bağladığı belirsiz binlerce bağlaç, korkuya kapılmış bir cümlenin görünen ya da duyulan bir kısmı, hangi harf olduğu belirsiz bir ölüm hırıltısı ve tabii ki bu göz alabildiğine büyüyen bu karmaşaya daha da garip bir çalkantı katan, bu hurdalıklardan beslene beslene buraların zoraki bekçileri haline getirilmiş köpeklerin ve bütün dillerdeki bütün sözlerin ve bütün seslerin köpekleşen yanlarının sürekli kendini tekrar eden kelimeleri de serserice dolaşmakta olur bu hurdalıkta.

Birinin, bir diğerinin ardından kendi sesini yırtarcasına seslenişinde takılıp kalmış, çağıran, durmadan çağıran, delirmiş bir harfin kudurmuşluğuyla veya birinin, diğerlerinin ardından kendi sesine gömülürcesine bakakalışında takılıp kalmış, kaçan, durmadan kaçan, vazgeçmiş bir harfin durgunluğuyla kalakaldığım anda, bu dağ dağ yığılmış kelime hurdalarının keskin kenarlı aralıklarında nereye sığınacağını düşünen, kaygıyla etrafına bakınan ve belki de sükûnet hayaliyle yanıp tutuşan herhangi bir söze kurtuluş umuduyla uzanıp da tutunamayabilir ve yine karşınızda konuşurken işte böyle tökezleyebilirim.

Buralarda, bir dönem bir yerlerde hunharca kullanılmış, eskitilip de bütün dillerin enkazlarının eteklerine savrulmuş, kolu bacağı kopuk, anlamından sapkın, saparken yorgun düşmüş, düşünce de bir daha kalkamamış bir takım kelimecikler ortalıkta sürüne sürüne yaşamaya çalışmaktayken, diğer tarafta, içi dışına çıkmış, yanından hızla geçen bir küfre yapışıp da pörsümüş, bir yalanın altında gözleri kanlar içinde dışarı fırlamış, sevgi gibi görünen bir nefret sözünün derinliğinde yüzü gözü morararak boğulmuş, niyetsiz bir davet cümlesinin içinde büzüşüp de çelimsizleşmiş, verilen sözlerin unutulmuşluğunda çürümüş, şüpheli tariflerin arkasında kendini kaybetmiş, sahte gülümsemelerin ucunda un ufak olmuş, uzun vadeli dedikoduların dişlerinde çiğnenip tükürülmüş, ağır kokular içinde yatan ve uç kısımlarında kurtlanmalar başlamış ölü kelime öbeklerinin böcek kaynayan vadilerinde, ter içinde kendine soru olabilecek kelimeler arayan nice umutsuz cevaplar da çırpınmaktadır.

İçi geçmiş, beli bükülmüş, sesten düşmüş, gözden kaçmış nice kelimeler de yine başka başka kelimelerden ibaret daha büyük kelimelerce bir nevi, insanların başlarına atılmış, sırtlarına vurulmuş, yollarına koyulmuş, ömürlerini törpüleye törpüleye aşındırılmış taşların ağırlığı kıvamında balya balya oradan oraya taşınırken, ben nereye gideceğimi ve şimdi size nasıl anlatacağımı bilmez bir halde bu karanlık ve karmaşık alanda yönsüz bir çırpınışla oradan oraya koşarım; kopuk bir harfin kıvrımına dolanır, bir ünlemler duvarına çarpıp yere yığılır, öznesi bedeninden ayrılmış bir cümlenin fiilini sırtıma yüklenir, uğultular ve devrilme sesleri arasında derinlerine doğru karartılar akıtılan bu büyük meydanda ebedi bir kararsızlık gibi duran, yalnız başına kalmış bir virgülün dengesizliğine takılıp düşe de bilirim.

İşte o zaman biz, hepimizin karışmış, sıkışmış, bulanmış sesleriyle çın çın öten bu geniş kelime çöplüğüne, mütemadiyen gelip giden ve insanların dünyasından, insanların gürültüsünden, insanların lakırdılarından ve küskün sessizliklerinden, çalımlı kalabalıklarından, birbirine canhıraş saldıran yığılmalarından, büyüttükleri şehirlerde küçülen gölgelerinden, çalkantılı meydanlarından, geniş çöp alanlarından, caddelerinden, sokaklarından, kapı önlerinden, evlerinden, kapılarından, duvarlarından, odalarından, odalarındaki gürültüleriyle bezeli koltuk ve suskunluklarıyla ölü yataklarından, masalarından, masalarındaki yalnızlıklarından, yalnızlıklarının çıtırtılarından, çıtırtılara takılan korkularından, derinlikleri donmuş akıllarından, hislerinden ve dostlukların arasındaki boşluklarından topladıklarıyla, damperlerini tıka basa doldurup sonra bu uzak tepelerde darmadağınık torbalar kusan ve uçmaya can atan martıları mahalli leş kargalarına ulayan dev kamburlu, boğuk bağırtılı kamyonlara dönüşeceğimizi sezebiliriz.

Şehirleri kendilerine hörgüç yapmış bu çöp kamyonları; mahallelerce düşünceleri üretip tüketen sokakların gurultulu karnında, gürültülü kağnılar gibi böğüre dağıla dolaşmaktadır. Bu kamyonların, içleri reklamcıların yalan sloganları ve kelime oyunlarıyla dolup taşmış sayısız marka modellerde buruşuk paketler, nice bencilliklerin kullanıp da başından attığı alaca sıvılara bulaşmış karman çorman sentetik ambalajlar, nice renklere bulanmış paramparça kıyafetlerin üzerinden akan muhteris yemek artıkları, kırık dökük plastik ve tahta parçalarının üzerlerinden korkunç geçmişleriyle birlikte aşağılara sızan ifrazatlar, notları birbirine karışarak iri iri lekelere dönüşmüş yığınlarca hesap kitabın karalandığı şekilsiz yırtık pırtık kâğıt parçaları, trilyonlarca mikroorganizmanın kadim imparatorluk tarihlerinden hastane atıklarına uzanan ciltler dolusu ölümlerle, birkaç satırdan sonra terk edilmiş nice hikâyeler, yığınların arasında küf kokulu karanlık kuytulara dönüşen dehşetli ölümler ve yer yer paha biçilmez cinayet delilleriyle dolu damperleri vardır.

Hızla dolaştıkları şehrin sokaklarında, arkalarından uçuşan rüzgârlarla felç olmuş kelimeleri döke saça yol alırken, geçip gittikleri tüm yolların kenarlarına bulaşmış sessizliklerle, şehirlerdeki tüm kalabalıkların konuşmalarını ve sokaklarda sineye çekilmiş dağlarca çocuklukların oyun çığlıklarını ezercesine yaygaralar koparan damperleriyle bu kamyonlar; şehirlerin kılcal damarlarından dışarıya refüze ettiği bu atık kervanları; herkesin kendine ait zannettiği milyonlarca ıvır zıvırla birlikte insanların kısa-uzun bütün hikâye kırıntılarını taşıyan ve taşırken kendini aslında bir uzanımı olduğu herkese belli ettiği ama kimsenin umursamadığı karman çorman sesleriyle, şehrin homurdanan kirli dilleridir.

İşte öylece hazmı tıka basa dolmuş bu yaygara damperlerinin şaha kalkıp inerek an be an genişlettikleri bu geniş zamanlı anlam bozumu tepeliklerin kendi kendini testereleyen gürültüsünde aslında ben söylenebilecek en derin sessizliği arar dururum. İşte böylece, ifade edebileceğim o sessizliği ararken de nice seslerin yankılarında savrulurken kaybolmaya yüz tuttuğumu hissederim. Hatalı yerde istenmeden kullanılmış az hasarlı dolaysız sıfatları, belirsiz zamirleri, sahipsiz tamlamaları, etkisiz özneleri ve daha bir sürü seslenişlerdeki o mahcup sessizliklerin kırıntılarını bulup, toplayıp sıkıştırarak geri dönüşüme taşıyan ama kendilerini bir türlü bu çöplüğün dışına taşıyamayan, sırtları nice seslerin acı feryatlarıyla kararmış, boğuk kükreyişleriyle gidip gelip boşaltım yaptıkları iri iri titreyen başka kelime hamallarının da sesleri yankılanmaktadır bu tepelerde. Bir cümleye bile mazhar olamamış da önüne gelen en az kullanılmış kelimelere bile çatan, çoğunu tuz buz ederken aslında kararsızca debelenen yüklem bozumu nice kelimenin de yüzyıllardır can çekiştiği bu yerde ben bir anlam kazanmaya çalışırken, bütün bu yığınları oluşturan her harf parçası da biliyorum ki aslında benim gibi o derin sessizliği aramaktadır.


Önünden geçtiğimiz, rutubetli ve zamanların sürtünmesiyle kararmış duvarların diplerinde, ezbere tekrarlana tekrarlana defalarca üzerinden geçilmiş yağlı kafiyelerin, kırık uyakların, parçalara ayrılmış ve oraya buraya savrulmuş cinasların, zoraki hecelerin üzerinde, içtenlikle söylenmemiş bir sözün mahcubiyetindeki beyhude voltalar dolanmaktadır. Bu durumda, siz de belki benim gibi, üzerlerine ıstıraplar, yakarışlar ve yaralanmalar dökülmüş bu kelimelere üzüle üzüle, her birini bu berbat tarlalardan kurtarmak ihtirasıyla dolanır durur, kimse görmeden oranıza buranıza bulabildiğiniz bütün mahcup ve masum kelimeleri saklamaya çalışır, ceplerinize, koynunuza ve omzunuzdaki gözyaşından rutubetli kamburunuza bu muhtaç kelimeleri akıta doldura bu karmaşadan çıkmanın bir yolunu aramakta olursunuz.

Sonra birileri de bir ara sizden, bütün bunları anlatmanızı ister de siz yine böyle benim gibi, anlatacaklarınızı ifade edebilecek kelimeleri bulamayışınızın hüznüyle, kendi sesinizin bile kaçılası bir kalabalık olduğunu düşünerek orta yerde öylece bir hiçlik kıpırtısı olarak kalakalır ve susarsınız.

Anlatmaya kalktığımda, içine düştüğüm bu kelime hurdalığı, sanki tek kelime edersem kapıları zorlayıp patlatarak üzerimize yığılan bir göçük olacak diye endişeleniyorum. En iyi ihtimalle ortalığa saçılacak olan ve yarım yamalak bir sürü anlamsız ilan edilen kelimelerden sorgulanacağımı seziyorum. Bunların ne olduğuna yanıt vermeye çalışırken; belki ben de sizlerle birlikte onlara doğru eğilip yabancı ve şaşkın gözlerle incelemeye, anlamaya çalışacağım. Bu da çok tuhaf görünecek tabii ve göze almak zorunda kaldığım bu tuhaflığa rağmen ortalığa saçılan bunca kelimeyi toparlarken hepsinin tekrar korkunç bir kalabalığa dönüşeceğini ve bu kalabalığın ayak sesleri zihnimde tepişe tepişe yükselmeye başlayınca ben yine bulunamamış sessizliğin hüznüyle susacağımı biliyorum. Susarken, zihnimdeki şantiyenin sesleri dinmeyecek tabii. Ama ben bu susturucu perçinlenmiş sessizliğin ortasında mıhlamış vaziyette böylece durarak en azından yeteri kadar gürültü çıkarmakta ve kirlilik saçmakta olan şu kalabalıkların umumi estetiğine, genel geçer zırvalarına, diyalog katliamıyla cilalanmış hurdalığına bir düzensizlik daha eklememiş olacağım.

Sustuğumdan beri hâlâ bir şeyler duyuyorlar mı korkusuyla göz ucuyla etraftakileri inceliyorum; zihnimde eğilerek pıtır pıtır dolaşıp duran cümleler, seke seke yer değiştirerek saklanan kelimeler, içe dönen bir fısıltıya sıkı sıkı sarılan niyetler, dilimin ucundan hızla dışarı bakıp içeri kaçan heceler ve o sessiz harflerin sürtünme sesleri sallantılı bir panik yaşatıyor bana. Susmak, susanı belki hep kurtarmayacak biliyorum! Böyle olsa da, anlatmaya hiç başlamamış olmanın tam olarak susmak olmadığını bilenlere bir nezaket olarak sunulacak.

Yaşantımızın herhangi bir anında, düştüğümüz bir belirsizlik durumunda, hiç tanışmadığımız bir kararsızlık sağanağında, korkudan tir tir titrediğimiz bir kaygılar silsilesinde ya da doğruya koşup yalanlarda boğulacağımız karmaşık bir tutulma sırasında bütün heybetleri ile yanımızda bitiverip de hep beklenen meşru kurtarıcılarımızmış gibi bir tavırla o ana kadar olan tüm hallerimizi, tüm seslerimizi ve nihayet kayalara çarpıp da darbenin şiddetiyle binlerce parçalanan su damlalarının kayalara vuran sessiz gölgelerinin çaresizliğiyle sarılacağım o suskunluğu ifade edebilecek kelimelere uzanan yollardayım.

Dile gelemeyen yanlarımızı yine sustururcasına, her şeyi birbirine katarak ve sizi de beni de bir nevi rahatlatacak olan bu, anlatacak ve anlatmış olduklarımdan oluşacak olan, yüksekliği pek kestirilemeyen uzak suskunluğun gölgesine ilerleyerek, gölgesindeki seslerden, şehirlerden, şehirlerdeki uğultulardan, uğultulardaki belli belirsiz seçilen kelimelerden, kelimelerdeki ağızlardan, ağızlardaki niyet ve dileklerden, dileklerdeki bu hengameden, bu durumsuzluktan ve bu hurdalıktan kurtulma hayallerinden, hayallerdeki hüzünler ve güzelliklerle büyüyen düşler ve düşüncelerin derinliklerinde yüzen sakin bir ada gibi görünen aklınızın derin dehlizlerinden sesler getirmişçesine durmuşsam ve şimdi burada eğer bir anlatıcı durumundaysam; size bir yere geldiğimi söylüyorum: Geniş, iki çınar bir gölge.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder