26 Haziran 2019
Uzun Günün Kedi Çobanı
Uzun güne buradan bakıyorum; şehrin bütün ölü hayvanlarının toplanıp bana seslendiği gündü. Bütün vedalaşmaların suçluluğu, bir enkaz gibi üzerime yığılıyordu. Çocukluğumda da yaşamıştım böylesi bir uzun günü: yerden yukarıya doğru kıvılcım saçan kediler koşuyordu... Böylece iki uzun günün arasında gidip gelen Nuh Gemisi'nin miçosuyu olarak kaldım: Kapıları kapanmadan onlara seslenen...
23 Mayıs 2019
Tuval üzeri yağlı boya konser
2015 Yılı'nın 16 Ekim Cuma akşamı Keith'i gördüm. Duvarın dibine yaka paça ama kendi kendine yaka paça savrulmuş bir şekilde, delice, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Hatta oraya nasıl savrulduğunu da gördüm. Karanlık bir kapıdan fırlayarak tepe takla düştükten sonra çılgın ve içli hıçkırıklarla yerleri yumrukluyordu...
18 Nisan 2019
Yastığın Kıyıları
Kafamın içinde, bir vapurun makine dairesindekine benzeyen uğultu, yakaladığı her sessizlikte bana doğru yaklaşarak, kulaklarımdan dışarı halatlar atacakmış gibi yankılanır durur. Uzun zamandır böyle bu. İlk tanıştığım zamanı da hatırlamıyorum. Hatta o ilk karşılaştığım dönemde yaşadığımı tahmin ettiğim yadırgama ve bocalama dönemini de hatırlamıyorum. Belki de varlığımla birlikte yaşayan bir uğultuydu bu; benimle var olmuş ya da yaşıyor oluşumun içe dönük bir dışa vurumuydu. İçinde uzun süre kaybolarak zaman kaybetmek yerine, geri dönerken yolumu kolay bulabileyim diye, hızlı akışına bir takım işaretler bırakmaya çalıştığım düşüncelerimin dip gürültüsü de olabilir diye düşündüğüm çok oldu. Ya da en olmaz zamanlarda bile ucundan da olsa peşini bırakmadığım hayallerimin kurulma sesleriydi; zaman geçtikçe eskiyen ama eskidikçe geçmişi ile birlikte olası geleceğini de kapsayarak genişleyen hayal kurma mekanizmamın işleyiş sesleriydi belki de. Günlük hayatın gürültüsü içinde fark ettirmeden derinlere çekilen ancak ortalık sakinleşince o derinlerden ağır ağır yükselerek zihnime yerleşen bu nazik uğultu, en çok da yalnız kaldığımda sesini cömertçe bana yaklaştırıyor, kendisini daha özgür bırakıyor tabii, bir sırdaş gibi.
O yüzden onunla ilgili not ettiğim gözlemlerimi, özenle derlediğim varsayımlar listesini, bazı akşamlarda o çok ender bana duyurduğu ve işaretler veren kelimeleri, yıllar içinde biriktirerek bir düzene koyduğum o kelimelerle okuduğum cümleleri ve o cümlelerle yol alarak gittiğim yerleri onun bu nezaketine saygımdan dolayı burada sıralamayı doğru bulmuyorum.
Yastıktan söz açıldığı için mi yoksa her sabah yastıkta gözüm açıldığı için mi bilmiyorum ama işte böyle sessizliklerde sesini bana daha iyi duyuran, kafamın içinde dolaşan bu uğultudan söz etmeden olmazdı. Yastık dediğim; uykuya dalarken başımı yasladığım her şey tabii.
Ne zaman yastığa başımı yaslasam, denizin derinliklerine doğru keman sesleri gibi yayılan zihnimdeki uğultunun uzun uzadıya soloları eşliğiyle başlayan o serpiştirilmiş gizli kelimelerin girizgahı, bir süre sonra yerini çok daha derinlerden gelen yankılara, o gözlerimi titreten yankılara bırakır. Uzunca bir zamandır çok derinlerdeki bir mağaranın karanlığına damlayan su damlaları gibi cılız yükselen bu ağıtsı tınıları tam anlamıyla duyma gayreti göstermeden, kendimi hep akışına bırakıp dururum.
Beni hayattan alıp ölüme çeken ve ürkütücü şefkatinin kıyılarında günlerce gezdiren yankılardır bunlar; ben onlara ninni yankıları diyorum. Çünkü başka yankılar da var, aynı yastığın diğer kıyılarında, kıyılar arasında gidip gelen dalgalarda, dalgaların ortasında yükselen küçük adalarda, o adaların gün doğumu ve gün batımı kıyılarına vurmuş başka ıslak yastıkların kıyılarında, başka kıyıların köşelerine sinmiş başka yastıkların gözyaşı kıyılarında ve o kıyılardan çok uzaktaki derin suların yüzeylerine akıp duran başka yankılar da var. Onların hemen her birini isimlendirip, tasnif ettim ve bunu yapmaya da devam etmekteyim; bu tasniflerle oluşan ve gittikçe büyüyen bir kütüphanem de var. Ama ninni yankıları başka! Birkaç taneden fazladır bu ninni yankıları, hem birkaç taneden fazla hem de yastığın kıyılarına, o kıyılara eğilen esintilere ve o esintilerden çiseleyerek büyüyen dalgalara, o dalgaların kıyılara vurma hallerine, ilerlemesine, geri çekilmesine, aniden çarpıp milyonlarca parçaya ayrılmasına, ayrılırken de çıkardığı seslere, kendi sesiyle birlikte dökülen gölgelerine göre çeşitlilik gösterir. Her birine kendimce tanımladığım biçimler veririm. Bazıları çok belirgin bazıları ise kendine gömülen sesinde eriyen kıyı akıntıları gibidir. İçlerinden benim en çok duymak istediklerimle bana en çok duyurulanların teğet geçtiği bazı ninni yankıları ise birbirine aniden karışır ve o karışımdan zihnimin orta yerine çok özel ve çok net görüntülerden, bol tomurcuklu bir demet uzatır. İşte ben o anda onları, o çok ender zamanlarda parıldayan fısıltı kıpırtılarını tam anlamıyla duyma gayreti gösteririm ve aslında o kadar net duymakta olurum ki çok da çabalamamış olurum bunun için. Duymamla birlikte de ağır ağır uykunun öldüren dinginliğine, uyku denilen ölümün enginliğine doğru aktığımı hissederim tabii.
Uyandığımda ya da sisli denize dik uzanan kasvetli uçurumlardan aşağıya doğru düşerken irkildiğimde, gözlerimi açmış olmama rağmen, bu ninni yankılarının akisleri hala gözlerimi titretmeye hatta dilimde kuruyan bir fısıltı halinde dalgalanmaya devam eder. Sadece kafamın içinde değil, net bir şekilde dışında da duyabildiğim seslere dönüşmeye başlar. Unutmamak için hemen tekrarlamaya başlarım ve kısa bir süre sonra bu tekrarlamalar, zihnimin içindeki yine kendi tortularından oluşan değirmenleri döndüren sayıklamalara dönüşür. Bense savrulduğum kıyıda kalırım; ardından el sallayamadığım batmakta olan gemilerin denize saplanmış kalemler gibi görünen direklerine bakmakta olurum o sırada.
Kıyılardan kayalara, uykulardan hayata olağanüstü armoniler doğurarak gidip gelen bu yankıların sadece uğultu olduğunu zannettiğim zamanlar çok geride kaldı. Her birini not etmeye, sayıkladığı kelimeleri, anlattığı hikayeleri, yarım bıraktığı şiirleri, devam eden romanları saklamaya belki zamanım yetmeyecek. Belki değil elbette zamanım yetmeyecek ve her şey yarım kalacak bu dünyada. Ama en azından zihnim var olduğu sürece ve kendi zamanım bitene kadar bunları duymaya devam edeceğimi, bu seslerin beni terk etmeyeceğini umut ediyorum.
Gün içinde nerede olursam olayım, kalktığım yastığın o son gemilere baktığım kıyısından, o ninni yankıları eşliğinde bakarım dünyaya. Böylece kasvetten ıssızlığa akan bu ahenkli seslerin bazılarını, bildiğim ya da yeni duyduğum bir takım şarkılara benzetmeye başlarım. Biraz önce dağılan dalgaların hangi şarkılara sıçradığını aramaya koyulur, dinlediğim, duyduğum sayısız şarkılara şüphe ile bakmaya başlarım. Kıyılardaki kayalara çarparak paramparça olmuş başka gemilerin boşlukta savrulan yırtık yelken bezlerinin, şarkı kılığına girerek yamalı bir yorgan gibi üzerime örtüldüğünü hissederim.
Bu ninni yankılarına en çok benzeyen, daha ilk duyduğumda evet yastığımın kıyılarına vuran seslerden biri buydu dediğim en son şarkı da buydu işte: Mreyte Ya Mreyte (Khaled Mouzanar). Böylece kendime şimdilik sadece üç tanesini açıklamaya karar verdiğim günün üzerinden üç yıl geçmişken, bu yastığın bu kıyısında duyduğum ninni yankılarının üçüncüsü işte buydu. Hem de hiç şüphelenmeden...
Duyduğum yankıların içinden, çevresinde parıldayıp sönen kelimelerden oluşan halkalarıyla süzülerek gelen bir ninni yankısı. Dinlediğimden bu yana bu şarkıdaki bu sesler, aklımın içindeki halatlara tutunarak damla damla aşağıya doğru akar ve aktığı sırada, kıyısında durduğum, durdukça da ayaklarımın altından kumların çekildiği iç çekişler denizinin ufkunda, yankıların çarparak parçalar düşürdüğü sarp kayalar beliriverir. Kararan fırtınalı gökyüzünü delecekmiş gibi yükselmiş olan bu kayalara çarparak dağılan karanlık köpükler eşliğinde bir diğer ninni yankısı olan Mourning The Death Of Aase (In The Woods) yükselmeye başlar ve iki yankı arasında öyle bir savrulmaya başlarım ki, benliğimden çıkıp ben de bir yankıya dönüşürüm. Dönüşürken de bu kıyıların arasındaki derin ve çalkantılı denizin ortasına doğru sürüklenmeye başlarım. Eğer aniden düşersem, derinliklerden Atom Heart Mother ninnisi beni sarmalayacaktır bilirim ve düşmesem bile kendimi çoktan bırakmış olurum...

Ressam: Conrad Martens (1853) Koleksiyon: The Walters Art Museum
O yüzden onunla ilgili not ettiğim gözlemlerimi, özenle derlediğim varsayımlar listesini, bazı akşamlarda o çok ender bana duyurduğu ve işaretler veren kelimeleri, yıllar içinde biriktirerek bir düzene koyduğum o kelimelerle okuduğum cümleleri ve o cümlelerle yol alarak gittiğim yerleri onun bu nezaketine saygımdan dolayı burada sıralamayı doğru bulmuyorum.
Yastıktan söz açıldığı için mi yoksa her sabah yastıkta gözüm açıldığı için mi bilmiyorum ama işte böyle sessizliklerde sesini bana daha iyi duyuran, kafamın içinde dolaşan bu uğultudan söz etmeden olmazdı. Yastık dediğim; uykuya dalarken başımı yasladığım her şey tabii.
Ne zaman yastığa başımı yaslasam, denizin derinliklerine doğru keman sesleri gibi yayılan zihnimdeki uğultunun uzun uzadıya soloları eşliğiyle başlayan o serpiştirilmiş gizli kelimelerin girizgahı, bir süre sonra yerini çok daha derinlerden gelen yankılara, o gözlerimi titreten yankılara bırakır. Uzunca bir zamandır çok derinlerdeki bir mağaranın karanlığına damlayan su damlaları gibi cılız yükselen bu ağıtsı tınıları tam anlamıyla duyma gayreti göstermeden, kendimi hep akışına bırakıp dururum.
Beni hayattan alıp ölüme çeken ve ürkütücü şefkatinin kıyılarında günlerce gezdiren yankılardır bunlar; ben onlara ninni yankıları diyorum. Çünkü başka yankılar da var, aynı yastığın diğer kıyılarında, kıyılar arasında gidip gelen dalgalarda, dalgaların ortasında yükselen küçük adalarda, o adaların gün doğumu ve gün batımı kıyılarına vurmuş başka ıslak yastıkların kıyılarında, başka kıyıların köşelerine sinmiş başka yastıkların gözyaşı kıyılarında ve o kıyılardan çok uzaktaki derin suların yüzeylerine akıp duran başka yankılar da var. Onların hemen her birini isimlendirip, tasnif ettim ve bunu yapmaya da devam etmekteyim; bu tasniflerle oluşan ve gittikçe büyüyen bir kütüphanem de var. Ama ninni yankıları başka! Birkaç taneden fazladır bu ninni yankıları, hem birkaç taneden fazla hem de yastığın kıyılarına, o kıyılara eğilen esintilere ve o esintilerden çiseleyerek büyüyen dalgalara, o dalgaların kıyılara vurma hallerine, ilerlemesine, geri çekilmesine, aniden çarpıp milyonlarca parçaya ayrılmasına, ayrılırken de çıkardığı seslere, kendi sesiyle birlikte dökülen gölgelerine göre çeşitlilik gösterir. Her birine kendimce tanımladığım biçimler veririm. Bazıları çok belirgin bazıları ise kendine gömülen sesinde eriyen kıyı akıntıları gibidir. İçlerinden benim en çok duymak istediklerimle bana en çok duyurulanların teğet geçtiği bazı ninni yankıları ise birbirine aniden karışır ve o karışımdan zihnimin orta yerine çok özel ve çok net görüntülerden, bol tomurcuklu bir demet uzatır. İşte ben o anda onları, o çok ender zamanlarda parıldayan fısıltı kıpırtılarını tam anlamıyla duyma gayreti gösteririm ve aslında o kadar net duymakta olurum ki çok da çabalamamış olurum bunun için. Duymamla birlikte de ağır ağır uykunun öldüren dinginliğine, uyku denilen ölümün enginliğine doğru aktığımı hissederim tabii.
Uyandığımda ya da sisli denize dik uzanan kasvetli uçurumlardan aşağıya doğru düşerken irkildiğimde, gözlerimi açmış olmama rağmen, bu ninni yankılarının akisleri hala gözlerimi titretmeye hatta dilimde kuruyan bir fısıltı halinde dalgalanmaya devam eder. Sadece kafamın içinde değil, net bir şekilde dışında da duyabildiğim seslere dönüşmeye başlar. Unutmamak için hemen tekrarlamaya başlarım ve kısa bir süre sonra bu tekrarlamalar, zihnimin içindeki yine kendi tortularından oluşan değirmenleri döndüren sayıklamalara dönüşür. Bense savrulduğum kıyıda kalırım; ardından el sallayamadığım batmakta olan gemilerin denize saplanmış kalemler gibi görünen direklerine bakmakta olurum o sırada.
Kıyılardan kayalara, uykulardan hayata olağanüstü armoniler doğurarak gidip gelen bu yankıların sadece uğultu olduğunu zannettiğim zamanlar çok geride kaldı. Her birini not etmeye, sayıkladığı kelimeleri, anlattığı hikayeleri, yarım bıraktığı şiirleri, devam eden romanları saklamaya belki zamanım yetmeyecek. Belki değil elbette zamanım yetmeyecek ve her şey yarım kalacak bu dünyada. Ama en azından zihnim var olduğu sürece ve kendi zamanım bitene kadar bunları duymaya devam edeceğimi, bu seslerin beni terk etmeyeceğini umut ediyorum.
Gün içinde nerede olursam olayım, kalktığım yastığın o son gemilere baktığım kıyısından, o ninni yankıları eşliğinde bakarım dünyaya. Böylece kasvetten ıssızlığa akan bu ahenkli seslerin bazılarını, bildiğim ya da yeni duyduğum bir takım şarkılara benzetmeye başlarım. Biraz önce dağılan dalgaların hangi şarkılara sıçradığını aramaya koyulur, dinlediğim, duyduğum sayısız şarkılara şüphe ile bakmaya başlarım. Kıyılardaki kayalara çarparak paramparça olmuş başka gemilerin boşlukta savrulan yırtık yelken bezlerinin, şarkı kılığına girerek yamalı bir yorgan gibi üzerime örtüldüğünü hissederim.
Bu ninni yankılarına en çok benzeyen, daha ilk duyduğumda evet yastığımın kıyılarına vuran seslerden biri buydu dediğim en son şarkı da buydu işte: Mreyte Ya Mreyte (Khaled Mouzanar). Böylece kendime şimdilik sadece üç tanesini açıklamaya karar verdiğim günün üzerinden üç yıl geçmişken, bu yastığın bu kıyısında duyduğum ninni yankılarının üçüncüsü işte buydu. Hem de hiç şüphelenmeden...
Duyduğum yankıların içinden, çevresinde parıldayıp sönen kelimelerden oluşan halkalarıyla süzülerek gelen bir ninni yankısı. Dinlediğimden bu yana bu şarkıdaki bu sesler, aklımın içindeki halatlara tutunarak damla damla aşağıya doğru akar ve aktığı sırada, kıyısında durduğum, durdukça da ayaklarımın altından kumların çekildiği iç çekişler denizinin ufkunda, yankıların çarparak parçalar düşürdüğü sarp kayalar beliriverir. Kararan fırtınalı gökyüzünü delecekmiş gibi yükselmiş olan bu kayalara çarparak dağılan karanlık köpükler eşliğinde bir diğer ninni yankısı olan Mourning The Death Of Aase (In The Woods) yükselmeye başlar ve iki yankı arasında öyle bir savrulmaya başlarım ki, benliğimden çıkıp ben de bir yankıya dönüşürüm. Dönüşürken de bu kıyıların arasındaki derin ve çalkantılı denizin ortasına doğru sürüklenmeye başlarım. Eğer aniden düşersem, derinliklerden Atom Heart Mother ninnisi beni sarmalayacaktır bilirim ve düşmesem bile kendimi çoktan bırakmış olurum...

Ressam: Conrad Martens (1853) Koleksiyon: The Walters Art Museum
26 Mart 2019
2027 İkinci Yolculuk (Cicatrices)
Daha önce şurada "Üçüncü ve Son Yolculuk" serencamına ek sefer olacağına inanarak "Birinci ve Yeniden Yolculuk" olarak anlamlandırdığım seslerin devamı geldi.
Guilhem Desq, Zanfona'sıyla görünmez yelkenleri pupalıyor.
Bazı tınılar var ki, yankılarında iç bükey bir ayna parçası olmak istenir.
Guilhem Desq, Zanfona'sıyla görünmez yelkenleri pupalıyor.
Bazı tınılar var ki, yankılarında iç bükey bir ayna parçası olmak istenir.
08 Mart 2019
Bir Gece Gezisi
Gün masumiyet gecesi, yas günü, fırtınalı bir gün ve dağın tepesinde
Alma, delikanlıya hiç bitmeyecek bir aşk şarkısı fısıldadı.
Söz: Amos Ettinger
Müzik: Meir Noy
23 Şubat 2019
15 Şubat 2019
Çaresizlik Öğrenciliği
"Öğrenilmiş çaresizlik" hakkında yazılı düşünürken...
Bu iki sözcüğü yan yana duyduğumda, tam tarif edemeyeceğim buruk hisler duyuyorum. Buruk kelimesi de çok yeterli sayılmayabilir, buna hüzünlü başka birtakım hisleri de eklemem gerekir. Bu sözcükleri duyduğumda bu iç burkan hislerle birlikte, bu sözcüklerle ilk tanıştığım genç yıllarımdan bu yana zihnimin kaydettiği görüntüler canlanıyor gözümde. Bu görüntüler, bu kavram hakkında çeşitli psikoloji makaleleri okurken gördüğüm deney görüntülerinden ibaret de değil. Çocukluğumdan bu yana gördüğüm ve zihnime kazınan bazı anların, olayların, seslerin bu sözcüklerle birleşerek arşivlenmesi durumu diyebilirim. Adına seçmeli denerek içi boşaltılmış psikoloji derslerinin dandik kitap sayfalarında beliren "küçücük bir kazığa ayağından bağlanmış fil ya da plastik sandalyeye bağlı duran at" görsellerini katmerleyen olayların üzerimize kurulan endüstriyel üretim parkurundan arka arkaya geçmesi değil midir yaşam?! İnsanın üretip geliştirdiği en korkunç şeylerden biridir çaresizlik eğitmenliği. Sandalyeye bağlı duran at resmine bakarak ata acıması insanın sefaletidir. Atın oradaki "aptallığına" üzülen zihin, öğrenilen çaresizliğe atıfta bulunur. Oysa atın uysallığını sömürerek çaresizlik öğreten o kara zihin hiç ele alınmaz. Öğrenilmiş çaresizlikte bile suçlu; öğreten değildir. Ve biz bunu tanımlarken bile edilgen sıfatlı tamlama kullanırız. Çünkü sıfatın bile içine edilmiştir.
Bu iki sözcüğü yan yana duyduğumda, tam tarif edemeyeceğim buruk hisler duyuyorum. Buruk kelimesi de çok yeterli sayılmayabilir, buna hüzünlü başka birtakım hisleri de eklemem gerekir. Bu sözcükleri duyduğumda bu iç burkan hislerle birlikte, bu sözcüklerle ilk tanıştığım genç yıllarımdan bu yana zihnimin kaydettiği görüntüler canlanıyor gözümde. Bu görüntüler, bu kavram hakkında çeşitli psikoloji makaleleri okurken gördüğüm deney görüntülerinden ibaret de değil. Çocukluğumdan bu yana gördüğüm ve zihnime kazınan bazı anların, olayların, seslerin bu sözcüklerle birleşerek arşivlenmesi durumu diyebilirim. Adına seçmeli denerek içi boşaltılmış psikoloji derslerinin dandik kitap sayfalarında beliren "küçücük bir kazığa ayağından bağlanmış fil ya da plastik sandalyeye bağlı duran at" görsellerini katmerleyen olayların üzerimize kurulan endüstriyel üretim parkurundan arka arkaya geçmesi değil midir yaşam?! İnsanın üretip geliştirdiği en korkunç şeylerden biridir çaresizlik eğitmenliği. Sandalyeye bağlı duran at resmine bakarak ata acıması insanın sefaletidir. Atın oradaki "aptallığına" üzülen zihin, öğrenilen çaresizliğe atıfta bulunur. Oysa atın uysallığını sömürerek çaresizlik öğreten o kara zihin hiç ele alınmaz. Öğrenilmiş çaresizlikte bile suçlu; öğreten değildir. Ve biz bunu tanımlarken bile edilgen sıfatlı tamlama kullanırız. Çünkü sıfatın bile içine edilmiştir.
30 Ocak 2019
Giryezar girizgahları...
Neresi terk edilmişse, orada iyi olacağımı bildiğimden, hemen oralara doğru yanaşmak çok eski bir alışkanlığımdır. O yüzden daha çok oralarda ve buralarda görünüyorum kendime son zamanlarda. Öyle ki terk edilmişliğinin durağanlığı benim yüzümden bir kıpırtıya kurban gitmesin, toza bulanmasın diye usul usul yanaşır ve varlığımı sezdirmemeye çalışarak çevresinde dolaşır ve sonunda bir kenarına otururum.
Bir zamanların belki de çok iyi bilineni, sıkça gelinen bir uğrak yeri olmuş olsa da terk edildiğinden itibaren başlayan unutulma süreci o eski bilinme döneminden çok daha güçlü bir dönem gibi gelir bana. Belki de beni de çeken o terk edilmişlik değil de o geçiş sürecinin kendisidir.
Terk edilmiş olan aslında terk edilmeden önceki halinden daha doludur. Uzunca bir zaman anıları biriktiren mekanizması durmuş ama geriye de üst üste yığılan anıların sessizliğini bırakmıştır. Başındaki ustası uzaklara gitmiş, otomatik bir matbaa makinesinin, karnındaki kağıtları bitirene kadar, üzerine baskılar basıp etrafa saçması, saçtıktan sonra da bir süre türlü tıkırtılarla boş boş devam edip ve nihayetinde takılıp kalması gibi. ...
Bir zamanların belki de çok iyi bilineni, sıkça gelinen bir uğrak yeri olmuş olsa da terk edildiğinden itibaren başlayan unutulma süreci o eski bilinme döneminden çok daha güçlü bir dönem gibi gelir bana. Belki de beni de çeken o terk edilmişlik değil de o geçiş sürecinin kendisidir.
Terk edilmiş olan aslında terk edilmeden önceki halinden daha doludur. Uzunca bir zaman anıları biriktiren mekanizması durmuş ama geriye de üst üste yığılan anıların sessizliğini bırakmıştır. Başındaki ustası uzaklara gitmiş, otomatik bir matbaa makinesinin, karnındaki kağıtları bitirene kadar, üzerine baskılar basıp etrafa saçması, saçtıktan sonra da bir süre türlü tıkırtılarla boş boş devam edip ve nihayetinde takılıp kalması gibi. ...
28 Ocak 2019
Geriye dönük kitap önerilerim
Gregor Samsa - Elma Çarpması
Tobias Mindernikel - Köpeğimin Hatıra Defteri
Jonathan Livingstone - Martı Katliamı
Rodion Romanoviç Raskolnikov - Serzenişler Mahkemesi
Robinson Crusoe - Daniel Defoe'e Mektuplar
Esther Greenwood - Bir Şiirin Özeti
Kaspar Hauser - Kayıp Çocuğun Karanlığı
Zebercet - Doğum Günü Resepsiyonu
Alaaddin Toptaş - Bulunamayan Hasan
Tobias Mindernikel - Köpeğimin Hatıra Defteri
Jonathan Livingstone - Martı Katliamı
Rodion Romanoviç Raskolnikov - Serzenişler Mahkemesi
Robinson Crusoe - Daniel Defoe'e Mektuplar
Esther Greenwood - Bir Şiirin Özeti
Kaspar Hauser - Kayıp Çocuğun Karanlığı
Zebercet - Doğum Günü Resepsiyonu
Alaaddin Toptaş - Bulunamayan Hasan
28 Aralık 2018
İkinci "Duygular Arası Geleneksel Hüzün Haftası"
Geçen yıl ilki ağlanan hüzün haftasının yıl dönümüyle yine siz değerli sessizliklerle birlikteyim.
O gün, şurada hiçbir şeye aldırış etmeksizin bir şarkıyı alıp da ödüllendirmişim, ne de iyi bir kararla yapmışım bunu. Bu gün ise artan zorbalıklarla daha da sefalete sürüklenen dünyanın bu kenarında yine küçük bir ödül merasimi yapmak istiyorum. Yine aynı şarkı mı!? Evet, kolay kolay bırakmam ama bu defa yanına birini daha davet ediyorum. Ediyorum ki neredeyse ikisi aynı anda kapılacak kapılacak akıntıya... Bir konuşma hazırlamama gerek yok, önceki konuşmamı tekrarlayayım.
Bu sesleri, kendi dünyamın, bu senesinin giryezar köşem ilan ediyorum.
Till the waters, leaf and stream is all long gone...
O gün, şurada hiçbir şeye aldırış etmeksizin bir şarkıyı alıp da ödüllendirmişim, ne de iyi bir kararla yapmışım bunu. Bu gün ise artan zorbalıklarla daha da sefalete sürüklenen dünyanın bu kenarında yine küçük bir ödül merasimi yapmak istiyorum. Yine aynı şarkı mı!? Evet, kolay kolay bırakmam ama bu defa yanına birini daha davet ediyorum. Ediyorum ki neredeyse ikisi aynı anda kapılacak kapılacak akıntıya... Bir konuşma hazırlamama gerek yok, önceki konuşmamı tekrarlayayım.
Bu sesleri, kendi dünyamın, bu senesinin giryezar köşem ilan ediyorum.
Till the waters, leaf and stream is all long gone...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)