Labels

Defterî (44) Edebî (49) Fotoğraf (13) Grafik (29) Însan (40) Malûmat (7) Mûzik (70) Tasarınâme (9)

19 Aralık 2009

LΛBİRENT

Oluk oluk insan akan yollar görünür, dünyanın yalnızlıklarının çatı oluklarında. O insanların aralarındaki boşluklar, beyin kıvrımlarındaki lekeler gibi bir söner bir parlar. Sızarak içine, yavaş yavaş sürtüne sürtüne hedefine varmaya çalışan ayakların üzerinde devinen gidiş gelişli aklının hülyalarında seyirtirsin. Başka seyirtmelere bulaşa bulaşa, başka seyirtmelerin başka ayaklarına, başka ayak seslerinin göğe açılı göz çarpmalarına bulaşa bulaşa... Kalabalıkların kıvrımlarında, bir an önce oradan, onlardan kurtulma ihtirasıyla tökezleyen bedenlerin savruk endişelerine çarpa çarpa, hedefsizce dolanan, sorgusuz ve gidişinin içeriksizliğini aklının derin koridorlarına bırakmış ve aslında orada o kalabalıkta değil, içine çektiği nefesle birlikte göğsünün içindeki falezlere vura vura ilerleyenler de vardır. Susturan iç denizlerinin alçak basınçlı nemini, silik beyaz gölgemsi köpükler halinde kollarının ardından savura savura giden mazinin çobanları da vardır. Bir yönsüzlüğe doğru ilerleyen ve gözlerinde irileşen dehliz geçitlerinin karanlıklarını gizlemeye çalışan üzgün insanların, bir deniz kıyısı, bir orman, ıssız bir tepeye muhtaç gölgelerinin isteksizliklerinin bu kalabalıktaki çığlıklarına da, içine düştüğü açmazlardan nasıl kurtulacağını bilemeden, soramadan, konuşamadan ilerleyen yayan yalnızları ile pür kahkaha esrik eğleşiklerin sesleri karışır durur, durmaz da akar bir de..,

03 Aralık 2009

düz durmayan düstur

Felaket tellallarının adını kötüye çıkardınız. Oysa, dünyanın insanoğlunun aşırılıklarına dayanamayacağını gösteren veriler var. Atom silahlarının yayılması, kontrolsüz üreme alışkanlıkları, kara, deniz ve hava kirlenmesi; Çevrenin ırzına geçilmesi vesaire... Bu bağlamda, açıktır ki, hayvanlar, aklı başında görüşü temsil ediyor...
Homo sapiens' in düsturu olan "Haydi alış verişe çıkalım" ise... bir delinin feryadı oluyor.

02 Aralık 2009

Eloy - V•I•S•I•O•N•A•R•Y (2009) / Illustrasyon.eloy



1971 (bazı kaynaklar 1972 demekte) doğumlu efsane müzik grubu ELOY, 11 yıl aradan sonra 20 Kasım 2009 da yeni albümünü yayınladı. En son 1998 yılında çıkardıkları Ocean 2 Albümünden bu yana sessiz kalan ve hatta öyle de kalacağı tahmin edilen Eloy, V•I•S•I•O•N•A•R•Y 'i inşa etti.
Grubunun geçmişinin üç büyük ismi, kadroda daha alışılan isimler görmek isteyenlerden biri olarak, Eloy'u Eloy yapan etkenlerden biri ; vokal Frank Bornemann, büyük basçı Klaus Peter Matziol, yine Eloy 'un sağlam albümlerinde yer almış olan klavyeci Hannes Folberth bulunmakta. Davullarda ise Bodo Schopf 'u görüyoruz. Aslında grubun geçmişinde adı geçmesine ve bu albümde yer almasına rağmen, 80 lerde grubun "sound" unu son derece etkileyip, sapmalara neden olan diğer klavyeci Michael Gerlach 'ı bu temel üç kişinin dışında tutmakta yarar var. Hatta bu albümde yer alması da endişe verici diyebilirim.
Umulur ki, özellikle Bornemann ve Matziol, bu defa müzikal öncülüğü ele alarak ve Eloy 'un Eloy olduğu 80 öncesi tınılarını bize sunacaklardır.., derken albüm çalmaya başlar..
Parçalar ;
1. The Refuge (4.54)
2. The Secret (7.45)
3. Age of Insanity (7.56)
4. The Challenge (Time to Turn, Part 2) (6.44)
5. Summernight Symphony (4.22)
6. Mystery (The Secret, Part 2) (9.00)
7. The Thoughts (1.22)
Genel anlamda irdelemek, ilgilisine ve dinleyicisine kalmış görecelikler içerse de, Visionary ile Eloy, bence beklentilerin üzerinde bir albüm çıkardı. Genel tınılar 70 lerdeki güçlü stillerinin altında ama 80 lerdeki dağınıklığın oldukça üzerinde başarılı bir albüm olmuş. Şahsen albüm, Eloy 'un iyi albümler bölümünde kesinlikle yerini aldı.
Albümde bulununan ve önceki albümlerinden Time To Turn 'ün devamı veya kendi tabirlerince cevabı niteliğinde olan The Challenge, grubun mypace in de yayınlandı.
Öte yandan, şahsi kanaatimce, The Refuge / Age of Insanity ve Mystery, özellikle dikkate alınması gereken parçalar diyebilirim. İnayetle..

10 Kasım 2009

Bo Hansson

Acıklı bir rock hikayesi
1943 Göteborg doğumlu müzisyen Bo Hansson lokanta işleten ailesi ile birlikte Göteborg 'da yaşıyordu. 50 'lerin başında İsveç 'in kuzeyindeki Jämtland 'e taşınıyorlar. Daha sonra aile Stokholm 'e taşınırlarken ailesini kaybediyor ( kaçırılıyor ? ) ve küçük bir dağ köyünün sakinleri olan bir aile tarafından bir süre bakılıyor. Daha sonra kendi ismi, ailesinin ismi ve gideceği yer yazılan küçük bir notla beraber Stokholm 'e gönderiliyor. ( Film gibi !! ) Sonrasının tam bilgisi olmasa da, bir zaman sonra ; Gençlik döneminde yani 60 'ların ortalarında, o zamanlarda herkes gitarist olmak istiyordu ve gitar çalmak klavyeye göre daha kolaydı (elektrik gitarların amfikatör vazifesi görsün diye radyoya bağlandığı zamanlar:) ) O da müzikle ilgiliydi ve ilk gerçek grubu Slim Blues Gang olmuştur. Grubun lideri piyanist Slim Notini İsveç'in John Mayall 'ı gibiydi. Bir çok genç yeteneği bulur ve grubunda şans verirdi. Bo da bunlardan biri oldu. Daha sonra Merrymen adlı bir gruba girdi, grup İsveç 'te Rolling Stones'un alt grubu olarak çaldı ve bir İsveç radyosunun açtığı bir yarışmada plak anlaşması kazandılar. Tam bir başarı hikayesinin içindeyken, Bo gruptan ayrıldı ve kendi yolunu çizmeye başladı.
66 'da ülkeye gelen Hammondçu Jack Mc Duff'ı izleyen Hannson, hammond orga vuruldu ve yoğunca ilgilenmeye başladı. Doğaçlama yapabilir , gruba ritm tutabilir ve ayağıyla bas partisyonlarını çalabilirdi. Gitarı bir kenara birakıp org çalmaya karar verdi. Hammond o zaman daha da pahalı bir enstrümandı. Aleti çözmek için bir kaç dolap çevirmesi gerekiyordu. Plan basitti; Merrymen den arkadaşı Bill Öhrström ile birlikte müzik aletleri satan dükkanlara girip müşteri rölü oynuyorlardı. Bo klavyenin başına oturuyor ve aleti test ediyordu. Bill ise dükkan sahibini oyalıyordu. Bunu Stockholm 'de uzun süre, bir çok dükkanda denediler. Sonunda arkadaşı Bill , Bill 'in kız arkadaşı ve bazı diğer arkadaşlarının özverili yardımları ile taksitle nihayet bir Hammond alır. Kısa bir süre sonra, keşif ve heyecan dolu ilk dönemlerindeki bir konserlerinden sonra, taksitleri ödeyemediği gerekçesiyle Hammond icra memurları tarafından geri alınır. Bu onun için bir yıkım olur. Uzun zaman sonra Hammond alabilecektir. Polydor 'da yapımcı olan Bill Öhrström Bo 'yu bir çok müzisyen ile tanıştırır. Bunlardan caz davulcusu Janne Karlsson ile bir ikili oluşturup Hansson & Karlsson adı ile çalışmaya başlarlar. 67-69 arasında 3 albüm yayınlarlar. Çıkardıkları ilk albüm eleştirmenlerce halen İsveçte yayınlanan en iyi enstrümental albümlerden kabul edilmektedir. İkili İsveçi boydan boya bir çok kez turlarlar. Küçük klüplerden, büyük açıkhava konserlerine kadar bir çok yerde çalarlar. En önemli konserleri 1967 de Cream 'in alt grubu olarak çaldıkları bir konser sonrası Jimi Hendrix ile jam session yaptıkları gecedir. Hendrix, Hansson & Karlsson'un büyük hayranlarından biridir. Hatta Hansson 'un bestesi Tax Free'yi kaydeder.
1970 de Hannson, Tolkien 'in o sıralarda da çok meşhur olan "Yüzüklerin Efendisi" üçlemesi için bir albüm yapar. Bu onun ilk kişisel albümüdür. Stokholm 'deki takım adalardan birinde kiraladıkları bir kır evinde dört kanallı bir kayıt cihazıyla yaptıkları kayıtlardan sonra küçük bir stüdyoda sekiz kanala terfi ederler. Miksajları İsveç ulusal radyosunun sütdyolarında yapılır. Albüm çıkar çıkmaz büyük başarı kazanır. İsveç radyosundaki gençlik programının tanıtım müziği olur. O yıllar Bo Hannson'un en yaratıcı periyodudur. Stokholm 'deki kır evinde kaydettikleri diğer parçaları, Ur Trollkarlens Hatt ,1972 (Magician's Hat) isimli ikinci albümünde kullanılır. Bo Hannson'un bir özelliği de solo olarak küçük bir kaç konser dışında hemen hemen hiç bir konserde yalnız çalmamış olmasıdır. Bir kaç kez Fläsket Brinner'in ( Yanan bedenler !! ) konserlerinde eşlikçi olarak yeralmıştır. 1975 de üçüncü albüm (benim en sevdiğim) Attic Thoughts yayınlanır. Kebnekajse gitaristi Kenny Håkansson ile çalışan Hansson bu albümde daha deneyseldir. 1977 'de yine Kenny Håkansson ile Watership Down albümünü çıkarır bu albüm sonrası 1985'e kadar sessiz kalan büyük klavyeci, son albümü olan Mitt I Livet 'den (hayatın ortasında) sonra hiç bir albüm çıkarmaz.
Son dönemlerde, albümlerinin remastered kayıtları da piyasaya çıkmıştır.
(Bu Blog 'un sağ tarafındaki radyo bölümünde bir kaç parçası, ilgilisine mevcut.)->


1972 Lord of the Rings, Charisma (originally released in Sweden as "Sagan om ringen" in 1970)
1974 Magician's Hat, Charisma (originally released in Sweden as "Ur trollkarlens hatt" in 1972)
1975 Attic Thoughts, Charisma (released in Sweden as Mellanväsen)
1977 Music Inspired by Watership Down, Charisma (released in Sweden as El-Ahrairah, YTF)
1985 Mitt i livet, Silence Records (released only in Sweden)


Håkan Lahger'in yazdığı makaleden çeviri.
Cenk Akyol ' a ( http://www.terraborboletta.blogspot.com/ ) teşekkürler.

26 Eylül 2009

Siyah Nehir


siyah bir nehir akar, kalbimin denize ulaşamayan deltalarında.. siyah bir melek yüzer ve ben ona ağıt yakarım içten içe.. bir kor olur, yanar durur ağaçlar, aydınlığa uçar kelebek bulamaz.. cennetin bir köşesine sığınmak için, atlarım siyah nehrin zarif gecesine.. ama hiç bir zaman hiç bir zaman açamam gözlerimi.. aydınlığa uçar kelebek bulamaz..

16 Eylül 2009

Çımacı

Denizcilikte, halat ucu anlamındaki 'çıma' yı, kâh iskeleye, kâh gemiye atan, bağlayan, savuran, kimi zaman gemiyi karaya düğümleyen, kimi zaman bırakan, karadan vapura gemiden karaya köprüler ve anlamlar kuran, tahta sürgülü demir korkuluklu köprüsünden herkesin geçmediği, yolcu vapurlarında sık rastlanan iskele yalnızlığının, hayatı kazanma ve görev gibi anlayışların insanla birleşen kelimeleşmiş hali.

Her hava şartında, iskele kenarında kimsenin umursamadığı bir karaltı gibi durur, oysa koca gemiyi bağlayandır iskele babası denen iskelelerin muhtelif yerlerinde bulunan demir kafalara... Sonra bir de hızlı hareketlerle tahta köprüleri sürüverir o demir kafaların şehri taşıyan ağırlaşmışlıklarından vapurun karnındaki düşüncelerin ayaklarına. Gemi sanki istemez karaya yapışmayı, arkasından deniz çeker gibi uzaklaşır hafifçe ve işte o sırada gerilir çımacının kalın ipleri ; Öyle ki o yüzden hep sökük sökük, lif lif duruşu görülür gerildikçe halatlar., vapur kusar içindeki kalabalığı önce, sonra şehir bir daha kusar vapurun içine, refüze edilmiş kalabalıklar birbirine karışır deniz ile şehir arasında.

Denizşehri olan diyarlardaki her ayak izinde, her seferde boynuna dev halatlar geçirilmiş iskele kafalarının infazî feryatları kalır, o yüzden gövdeleri tuz ve martı gırtlağıyla bezeli gemiye binmiş ve gemiden inmiş her beden, biraz acı bir hikaye bulaştırır şehre. Her çımacı çımacı değildir iskeleye ilk vardığında, yavaş yavaş çımacılaşır. Denize evrilen aklını taşıyan gözleri deniz fenerine dönüşür ağır ağır, martı çığlıklarıyla beslenir artık çay bardağı. Aklı, düşünceleri, kafası çımacılaştıkça; Kalabalıklardaki her bedendeki giysileri her giysideki ipleri görür. O yüzden elleriyle değil tüm bedeniyle bir anda kavradığı halatları bütün insanların düğmelerinden de geçiriverir. Kimisini denize iliklerken, kimisini dönmemecesine karanın iskele babalarına, o hergün halatlarla boğulan kafalara mıhlayıverir, kimse farketmez, vapurdan iskeleye sürdüğü tahta köprüyü tekmeleye tekmeleye geçen fütursuz deniz yolcuları da...

Bu deniz yolcuları dikkatle bakıldığında aslında hiç de deniz yolcuları değildir. Tek dertleri bir kara(nlık) dan bir kara (nlık) ya geçmektir. O yüzden deniz değil düpedüz kara yolcularıdır onlar. Gittikçe denizden uzaklaşan kara yüzleri ve durmadan çalan cep telefonları eşliğinde sakil bir alay gibi geçer giderler eze eze denizleri.. Acıyla bir bağırır ki gemi, sesi iskele ötesi şehrin tepelerinde iki kez yankılanır ve her gece çımacı, halatlarını deliğinden geçirdiği dev iğneleri kendine batırır.

İşte, iskelenin feryatlarında debelenip duruyor gibi gözükse de çımacı, gişedeki deniz hatları görevlisinden, iskelede bekleyen tüm yolculardan, vapurun derinliğindeki çarkçıbaşıdan ve hatta kaptandan bile daha denizdir.. Tuzludur elleri kolları, denizi denizden bakarak görür, karada duran bir deniz eskisidir çımacı, daha da eskiyenleri de deniz neferi.. İşte çımacı her gönderdiğinde gemiyi ve yalnızlığında iskelenin, o izlere bakarak içer çayını ; Uzak uzak gemilere atarak çımasını.

10 Eylül 2009

Altan Urag / Moğol Folk Rock

Altan Urag / Rakh II
Türk lerin ata toprakları olan, Türkçe’nin ilk yazılı kaynaklarının; Türk adının geçtiği ilk Türkçe metinlerin varolduğu, Orhun Abideleri, Bilge Kağan, Kül Tigin, Tonyukuk yazıtlarının bulunduğu diyar ; Moğolistan ın 2004 başlangıçlı, genç nesil folk rock grubu Altan Urag.
İsmi Cengiz Han yazıtlarında geçen "Tahtın Varisi" anlamına gelmekte. Yaylılar ve vurmalıların ağırlıkta olduğu kalabalık bir ekipten oluşan Altan Urag, Moğol müziğinin özgün enstrümanlarına, batı enstrümanlarının da eşlik ettiği başarılı icraatlar sergileyerek, Moğol topraklarının müziğini evrensel yorumlamaktalar.
2008 yılının oscar ödüllerinde en iyi yabancı film dalında aday olmuş ve ülkemizde cengiz han adıyla gösterime girmiş mongol adlı filmin müziklerini yapmışlardır. Esas adı Made in Altan Urag olan bu albümde neofolk müzik sevenler için bir çok güzel parça mevcut.
Şimdiye kadar foal's been born [2004] made in altan urag (mongol original soundtrack) [2006] adlarıyla biri film müziği olarak iki albüm çıkarmış grup, daha da üretken olacağa benzer.

03 Eylül 2009

incinmeyen karıncalar

Kimilerinin kendilerini veya yakınlık duydukları birilerini övgü ile dile getirmek için kullana geldiği doğa parçacıkları, -kısaca, çoğunlukla kendilerinden küçük canlılar diyelim-, neredeyse deyimleştirilmiş bir şekilde varlığını halen sürdürmekte. Muhtemelen dilin tarihi kadar eski olabilecek bu çıkarcı betimlemeler, esasında içinde hiçbir mantığı olmayan, kişilerdeki bencillik dağlarını daha da kabartan cümlelerden ibaret. Duygusal bir yanı varmış gibi gözüken ama sonu cinayete kadar vardırılabilecek yapıları olan bu cümleler seslendirilirken, dili süsleme zoruyla sarf edilen sözümona duygusal tonlamalar ve üstüne mimikler de eklenince daha da tuhaf bir hal alıyor.
Çoğunlukla kişilerin diğer kişiler için kullandığı bu konuşmaları bir de bazıları kendileri için birebir kullandıklarında ise, durum tam anlamıyla ego yağmuruna dönüşüyor. Tabi konuşmacı karşısında, bunları duyan veya dinleyenlerde de; onaylayan yarı hüzünlü sevecen kafa sallamalar, çok şaşırtıcı bir şey duymuş gibi şaşkın şaşkın bakmalar, “böyle insanlar da az bulunur” tavrıyla olaya hakim ve anlamış duruşlar, eğer iki kişiden fazla bir ortamsa devamı niteliğinde başka başka cümleler çıkarmalar, peşi sıra bakışmalar, fısıldaşmalar da takip ediyordur. Bir de bu ego yağmurunda şemsiyesiz boş boş bakanlar da oluyordur elbet.
Kendisinden bahsetmeye pek eğilim gösteren insan türünün, çoğunlukla kendince ve çevrelendiği değerlerce, hoş duruşu olan yanlarını dile getirmesi de buna paralel tavırlar içinde sayılabilir.
Sevgi, hassasiyet, duygusallık gibi insani ve ruhani iyi olduğu öngörülen vasıfların, kişilerdeki hayat buluşlarının ifadesi için, insan karşısında aciz olan diğer canlıların neden kullanıldığı ise; yine sonu yoketme eylemine varan bencillikte gizleniyor. Özellikle hassas ve insancıl denilen kişilerin bu iyi niyetli hareketleri, bir öldürme öldürmeme fiiliyatına bağlanıyor. Kendinden küçük canlıların, daimi öldürülesi bir durumları varmışçasına, -bir tabir olarak- katli vacipmişçesine bir tavırla, bir ot bile koparamamak, karıncayı bile incitmemek, yolda salyangoza dahi basmamak, hatta işi daha da derinleştirerek klasikleşmiş deyimlere deyim eklercesine, bir akrep bile öldürememeye kadar varmakta.
İnsanın bir karıncayı öldürmesi çok olası, hatta normal bir şey de aralarında bazıları var ki onu dahi yapmıyor. Ne büyük başarı, ne büyük varoluş.
*/*/*
Topluluğu içerisinde hassas, insancıl, duygusal, nazik ve benzeri sıfatlara yakıştırılan ya da daha iyimser olarak çevre bilsin bilmesin kendileri böyle olan kişilerin, kendi egolarını akıllarına bile getirmeyip, (yani kendinden bahsetmeyen karınca incitmezleri düşünelim) tümüyle yalnız başlarına yapageldikleri bu küçük özgün hareketleri kendi özgür iradelerinden kıskıvrak yakalanıp onun tüm yaşamına, karakterine yapıştırılabiliyor. İkinci şahıstan birçok şahıslara doğru yola çıkan böylesi methiye cümleleriyle birleştirilen bu kişinin içindeki kişi ile anlatılan kişi arasında tuhaf bağlar kuruluyor. Bir kişinin “o kadar iyi biridir ki” olması, ufak hayvan katliamlarına, olası cinayetlerine bağlanıyor. Ortaya bu cinayetleri işleyen insanların iyi ama biraz umarsız, işlememek için çaba sarfedenlerin de mükemmel olduğu sonucu çıkartılıyor.
*/*/*
karınca dedi ki : “o karıncayı bile incitmez” ama .. piknik yapmaya gittiğinde en karıncasız yeri seçer … dönerken çöplerini bırakır / … ama ıstakoza bayılır… / ama bir ömür boyu insanların kafasına basar, yakın çevresine manevi eziyet eder, gün gelir dönüp onlara ben sizin için çabaladım hep ! diyebilir.. “
***karıncaya basmamaya çalışan birinin iyilik oranı onun görünen kısmının izdüşümü.

07 Ağustos 2009

bahadır akkuzu


Ekspresten bir kişi daha indi.., karanlık, sessiz bir istasyona...

sysphos..






1955/2009

30 Haziran 2009

çocuklar artık hayal kurmuyor...

Semtimizin tek caddesindeki sıra sıra bütün 'apartman'lar eski, kararık yüzlüyken, Hacıbekir'in olduğu söylenen ve yeni yapılmış o apartman elbette yeni yüzlü, ama ötekilere, kararık yüzlülere oranla daracıktı. Bu yüzden olacak, büyüklerimiz onu, Hacıbekir'in lokum kutularına benzetirlerdi.
Kadıköyü'ndeyken çarşıdaki pastanesinden, sonra Cihangir'e taşınınca, ancak Bahçekapı'ya gidişlerimizde Bahçekapı'daki şekercisinden lokumlar, çiftekavrulmuşlar, akide şekerleri, bademezmeleri aldığımız Hacıbekir'in apartman sahibi olmasını yadırgar; onun, yalnızca çok sevdiğimiz şekerlerin, şekerlemelerin varlığı bizce meçhul yaratıcısı olmasını isterdim.
Öyle ya, bir rüya ikliminden çıkagelmiş güllü, fıstıklı, bademli lokumlar, sakızlı, tarçınlı, portakallı, naneli akide şekerleri, herhangi bir apartman sahibinin marifeti olabilir miydi ? Hacıbekir'i mağrur ev sahibemiz Sabahat Hanım'la onun bir hayli çekindiğimiz kocası Nihat Bey'le ya da tanıdığım böbür böbür başka apartman sahipleriyle bir tutmak, apaçık kalbimi kırıyordu.

Selim İleri / Şadiye Sultan ~ giriş...

28 Haziran 2009

nick drake...

İçedönük ses tonu kendi hikayesidir; Sakin, utangaç, karamsar... Akustik gitarından çıkardığı sesleri sadece kendisi gibi ; Bir gitar ama birçok gitarmış gibi dışavurumlar., Gitarının akordunu "kuralmış gibi sabit fikirle bilinen akord tekniği" nin aksine do sol do fa do fa (c, g, c, f, c, f) olarak çeker. (bazen başka başka da yapar) Bu akort nefis bir ses dizilimdir ; river man bunun en güzel örneğidir. Yirmiyedilik kısa yaşamında üç albüm ve bir de enstrümantal parçalarına kıyamadığı için albüme koymak yerine bir kalemde silen... Çekici armoni dizilimlerinin içinde dolaşan şair...
Kürsülere çıkmak istemeyen, çok az sahneye çıkmış (fairport convention), stüdyoda gözlerden sakınmak için çoğun duvara ya da gözsüz bir yere dönüp çalmış, söylemiş ; kayıt yaparken önce gitarını çalan sonra üzerine seslendiren... Pek evden çıkmayan, az arkadaşı olan, dünyayla boşandığı gün Bach' tan brandenburg konçertoları nı dinlemiş, başucunda da Albert Camus 'un "Sysphos Söyleni" ni, odasının penceresinde de o hüzün ağacını bırakmış, tınılarının ben ve insanlar tarafindan takdir edilmeye başlamasından 20/30 sene kadar önce ölen şairane müzisyen...
Please give me a second grace Please give me a second face Ive fallen far down The first time around Now I just sit on the ground in your way...

30 Mayıs 2009

görme biçimleri...

Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir.
Reklam der ki; Aldığınız bu yeni nesne, sizi bir bakıma daha zenginleştirecektir – aslında o nesneyi almak için para harcayarak biraz daha yoksullaşacak olsanız bile!
Reklam, yüzeysel görünüşü değişmiş, bunun sonucu olarak kıskanılacak duruma gelmiş insanları göstererek bizi bu değişikliğe inandırmaya çalışır. Kıskanılacak durumda olmak, çekici olmak demektir. Reklam çekicilik üretme sürecidir.

(...) Alıcıya satmaya çalıştığı ürünle ya da olanakla çekicilik kazanmış olan kendi imgesini yansıtır. Bu imgeyle alıcıda, kendisinin gelecekte olabileceği durumu özleten bir kıskançlık uyandırır. Bu kıskanılası Ben'i yaratan nedir öyleyse? Başkalarının duyduğu kıskançlıktır elbette. Reklam, zevk değil mutluluk vaat eder bize: dışarıdan, başkalarının gözüyle görülen bir mutluluk. Kıskanılmanın getirdiği bu mutluluk da çekicilik yaratır.

Kişisel notum: Bencilliğin sınırları yoktur. Ego, yaşam ihtiyaçları ötesinde dağlarca kabarmaktadır. İnsan kendi ego dağlarında küçük ben merkezli mutluluklarını büyük sayarak yitip gitmektedir.

29 Nisan 2009

bir ses duydum !!

Üç işadamı Chicago'da, binaların arasında kaybolmuş olan bu kentin ne kadar görkemli olduğunu aralarında konuşuyorlarmış. İçlerinden biri kızılderili kökenliymiş ve bir an durup ''bir cırcır böceği sesi !!'' demiş. Trafik karmaşası ve insanların koşuşturması göz önüne alındığında bir cırcır böceğinin sesini duymanın neredeyse imkansız olacağını düşünen diğer iki iş adamı arkadaşlarıyla dalga geçmeye başlamışlar. Derken cırcır böceğinin sesini duyan adam, hemen yanıbaşlarındaki, belediyeler tarafından sınırılandırılmış küçücük çim birikintisine eğilmiş ve cırcır böceğini eline alıp diğer arkadaşlarına göstermiş. O sırada yere düşen bir bozuk paranın sesi duyulmuş civarda. Orada bulunan herkes önce ceplerini yoklayıp sonra yere bakınmaya başlamışlar...

22 Mart 2009

1938 - 10 Mart 2009 Ganime Sevgi Yılmaz
Anneciğim, seni sevgiyle anıyoruz...

10 Mart 2009

öte umutlar

High Hopes - Pink Floyd
ufkun ötesinde, gençken yaşadıgımız yerde... mıknatıslar ve mucizeler dünyasında... düşüncelerimiz başıboştu, sürekli ve sınır tanımaz bir şekildebaşlamıştı, ayrılık çanları çalmaya... geçitte ve uzun yol boyunca buluşuyorlar mı, hala kesişme noktasında... bir grup vardı, paçavralar içinde ayakizlerimizi takip eden, kaçan, zaman düşlerimizi almadan önce bizi toprağa baglayan sayısız küçük yaratıgı geride bırakıp yavaş bir çürüme tarafından tüketilen bir hayata giden...çimen daha yeşildi,ışık daha parlaktı dostlar etrafında mucize gecesinde... ardımızda yanan köprülerin közlerine bakıyoruz diğer tarafın ne kadar yeşil oldugu ilişiyor gözümüze... adımlarımız ileri atılıyor, ancak uykumuzda geri yürüyoruz, sürüklenerek bir iç dalganın gücüyle... daha yükseklerde sakin bir bayrakla ulaştık düşlenen dünyanın baş döndürücü dağlarına sonsuza dek arzu ve tutkuyla yüklü bir açlık daha var doyurulmamış yorgun bakışlarımız hala başıboş geziniyor ufukta çakılıp kaldığımız halde bu yolun üzerinde defalarca... çimen daha yeşildi,ışık daha parlaktı tat, daha tatlıydı mucize gecesinde dostlar etrafındaş afak sisi ışıldıyordu su akıyordu sonsuz nehir sonsuza dek, daima

28 Şubat 2009

29 Şubat

Ben de bilmiyorum, önümüzdeki şubatın yirmisekiz mi, yirmidokuz mu çekeceğini... Yirmidokuz çekecekse, bana da haber ver. Unutmayalım o gün, dört yılda bir doğumgünü olan dostumuza, küçük bir hediye göndermeyi.

22 Şubat 2009

yalancı deniz


Elimde değil
Bilakis yine yalancı deniz
Ama dürüstçe köpürdü sana
Kanatlarımı anlatırken
Cüretkar ama aldatıcı bulutlar
Ne kadar gürültü yapıyorlar
Elimde değil
Ne bir çiçek ne bir kelebek tertemiz

Görür gözler
Cücelenirken iskeleler
Çımacı rolüne giyinirken cüceler
Ama yalan bile değil yalancı deniz
Yalan kadar doğru değil

Gizlice dinle beni
Dalgaları duyarcasına
Ey yalancı deniz !
Ege suyudur sana hediyem
Elimde değil
Ne bir zerre ne bir yosun ne bir kefen

Elimden değil
Bilakis yine yalancı deniz

97

18 Şubat 2009

bir kıyının ölümü...

kendine gömülen sesi eridi
dürülürken gizledi seyrini
sırtında tuzlu gülüşlerin
çalakürek mahir sesleri...

geride bile kalmayacak ki
tütün kokulu ağ düğümleri
gizli kumunda ayak izleri
zamanın köpüklü zembereği

geride kalan, bir kıyının
içimdeki şiirsiz ezikliği
tek tük martı kırıntıları
geçmişin manzarasız tarihi

gözlerimde tuzlu akıntısı
alaboralı eğri dutları
canhıraş geçer üzerimden
yorgun kürekli tabutları

23 Ocak 2009

dört küçük not...

Denizleri dökülmesin diye, kimi atlasların duvara asılmadığı doğrudur.
Ama sanmıyorum doğru olsun, ağaçların soğuk kış günlerinde, kabuklarının altına pazen giydikleri...
* * *
Ben de bilmiyorum, önümüzdeki şubatın yirmisekiz mi, yirmidokuz mu çekeceğini... Yirmidokuz çekecekse, bana da haber ver. Unutmayalım o gün, dört yılda bir doğumgünü olan dostumuza, küçük bir hediye göndermeyi.
* * *
Bana sorup durduğun o iki dizeyi buldum sonunda. Karaşın bir şairmiş o iki dizenin sahibi : "Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır/Bütün sınıf sana çocuk bayramında zarfsız kuşlar gönderecek"
Unutmadan, bu iki dizeyi defterine yaz istersen. İstersen ezberine yaz. İstersen unut. Nasılsa daha çok okuyacağız orta ikiden terk çocuklar şairini...
* * *
Ama mesela şeyi unutma... Neyi unutma biliyor musun, pencereden sokağa bakmayı... Sabahları kalktığında ve o güzelim akşamüstleri...
yıldızlı atlas / burhan eren

18 Ocak 2009

mine 'nin kahve telvesi


Fincan, çevrilip kapatılmadı, öyle de düşünülmedi ; yalnızca içerken kahveyi...

03 Ocak 2009

Üzgün

“Çokluk üzgün bir görünümleri vardır hayvanların,” diyerek konuşmasını sürdürdü. Hermine. “Bir insan pek üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü. Öyleydi işte; senin de Bozkırkurdu, ilk gördüğümde böyle bir halin vardı.”
bozkırkurdu 'ndan alıntı / herman hesse